Vence


Havalimanından çıktıktan sonra ilk olarak Vence'e gittik. Oldukça iyi korunmuş bir ortaçağ kasabası merkezine sahip Vence’de meydanında yer alan kapalı otoparka arabamızı bıraktık, hemen meydandaki  turist info'dan şehir haritamızı aldık ve tarihi 13. yüzyıla kadar giden sevimli ortaçağ sokaklarında dolaştık. 

Vence'i eski ortaçağ şehri kadar turistik kılan bir diğer nokta  "Chapelle du Rosaire".


1943 yılında ünlü ressam Henri Matisse Vence'e taşınmış. Burada yaşadığı yıllarda, hastalığında onunla ilgilenen hemşiresi ve daha sonra Dominik rahibelerinden birisi olan Monique Bourgeois'in isteğiyle tasarladığı Rosaire Şapel'i Matisse şu şekilde tanımlamış: "bu şapeli tüm çalışma hayatımın bir meyvesi ve tüm kusurlarına rağmen başyapıtım olarak görüyorum." 

Vence eski şehir merkezine yakın bir yerde konumlanmış olan Rosaire Şapeli'nin içini kapalı olması sebebiyle malesef gezemedik. Dışarıdan çektiğimiz birkaç resim ile yetinmek zorunda kaldık. 

St-Paul de Vence


Vence'den sonraki durağımız; tüm rehber kitaplarda "St-Paul de Vence" olarak geçen ancak yoldaki tabelalarda sadece "St-Paul" olarak geçen kasabaydı.


Günümüzde bir çok sanat galerisine ev sahipliği yapan bu Ortaçağ kasabasının bu denli sanatla içiçe olması bir tesadüf değil aslında. Yüksek bir tepeye kurulmuş olan bu kasabanın talihi, Chagall ve Picasso'nun gelişiyle değişmeye başlamış. Sonrasında Yves Montand ve Roger Moore gibi ünlülerin de kasabaya gelmesiyle ünü artmış. Matisse, Chagall, Soutine, Modigliani, Leger ve Cocteau da St. Paul'de hayatlarının bir dönemini geçirmiş diğer sanatçılar.


Kasabanın girişinde yer alan otoparka arabamızı bıraktıktan sonra, turist info'ya uğrayıp haritamızı aldık ve sevimli kasabayı keşfe başladık. Çok sayıda sanat galerisinin yer aldığı kasabada, bazı galerilerde yer alan heykeller oldukça güzeldi. 

Vence'den ayrılmadan önce meydanda toplanmış yaşlılardan oluşan bir grup Fransız metal toplarla bir oyun oynuyorlardı. Sonradan bu oyunun adının "petanque" olduğunu öğrendim, Fransızların popüler oyunlarından biriymiş.

Dar sokakların buluştuğu kimi minik, kimi daha görkemli meydanlar, heykeller, çeşmeler gerçekten de çok keyif alıyor insan Ortaçağ sokaklarında gezerken.. 


Evimiz için bir resim almadan dönmek olmazdı bu sanat kasabasından, biz de tam "Great Fountain" yani Büyük Çeşme'ye bakan bir mağazadan 14,5 €'ya küçük bir suluboya resim aldık, St-Paul siluetini resmeden.

St-Paul’deki posta kutuları >>

bile birer sanat eserine dönüştürülmüş :)

>> Bir atölyenin  önündeki kendinden kuşlu masaya hayran kaldım :) Daha iyi görün diye zoomladım..

Kasabanın dar sokaklarının tadını çıkardıktan sonra, kasabayı sınırlandıran dış yoldan yürüyerek ana girişe vardık, yol üzerinde yine heykeller ve güzel güzel manzaralar bize eşlik etti. 

Toscana'daki Ortaçağ kasabalarını anımsatan bir havası ve silüeti var St-Paul’ün. Tek fark Toscana'daki kasabaların etrafı daha sarı ve bozkır ile çevriliyken, buradakiler daha yeşil ve ormanlık..

St-Paul’deki en sevdiğim>>

heykel,  kanatlanmış ama yere sabitlendiği için uçamamış olan insan heykeliydi..

>> St-Paul’ün uzaktan görünüşü

homemadetravels

homemadetravels

homemadetravels
homemadetravels

homemadetravels

homemadetravels

homemadetravels

homemadetravels
homemadetravels

homemadetravels

St Paul'den bahsederken burada yer alan bir restorandan bahsetmeden geçmek olmaz, her ne kadar özel bir davete ev sahipliği yaptığı için burada yemek yiyemesek de.. Bu restoran "La Colombre d'Or".


Aynı zamanda otel bölümü de olan bu restoranın özelliği, ünlü ressamların ve sanatçıların orijinal eserlerine ev sahipliği yapması. Miro, Picasso, Matisse ve Leger gibi ünlü sanatçılar hesabı eserleriyle ödüyorlarmış.. Hal böyle olunca, aynı zamanda bir müzeye dönüşmüş burası. Eğer bu restoranı görmek ve yemeklerin tadına bakmak isterseniz, önceden rezervasyon yapmak belki de en akıllıca çözüm olur.


La Colombre d'Or'da yer bulamayınca uzun bir yemek yerine hızlıca atıştırmaya karar verdik, şehrin hemen girişinde yer alan büfeden 2 tavuklu wrap ve bir su aldık. (Wrapler 5,50 € su 2,00 €) Manzaraya karşı hızlıca wraplerimizi yedik, saat beşe beş kala çıktık St Paul'den. 

Antibes


Köy yollarından geze geze sahile ulaştık ve "Antibes"e vardık.


Antibes de arabayı sahildeki kapalı otoparka bıraktıktan sonra eski şehri dolaştık.  Sahilden "Picasso Müzesi"ne doğru yürüdük. 12. yüzyıldan kalma Chateau Grimaldi'de yer alan Picasso müzesi saat geç olduğu için kapanmıştı. Şatonun bir kısmını atölye olarak kullanmasının karşılığında Picasso bazı eserlerini Fransız devletine bağışlamış ve böylece bu müze oluşmuş.



homemadetravels

homemadetravels

Sahilden şehrin iç kısmına doğru yürüdük ve saat 18:30 civarında "Rue de la Rebuplique"in meydana dönüştüğü kısımda yer alan cafelerden birinde oturduk: Le Cafe Snack Bar.


Bu cafede kadeh şaraplarımızı (2,20 €) yudumlarken biraz dinlendik. Meydanda yer alan carousel sebebiyle mi bilmiyorum ama meydandaki çocuk nüfusun biraz fazla olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.  


Molanın ardından arabamızı aldık, sahil yolundan devam ederek "Cap Antibes"e doğru sahilde yer alan otelimize vardık.


homemadetravels


Antibes'de eşimin Salı gününden beri konakladığı otel "Hotel Josse" Sahilde yer alıyor, yeni renovasyondan geçtiği için oldukça yeni ve bakımlıydı. Gecelik fiyat 130 €.

Cap Antibes diğer bir değişle "Antibes Burnu" lüks villalara ev sahipliği yapan  doğal bir cennet. Burnun batı yakası "Juan-les-Pins" olarak biliniyor ve lüks villaların yanısıra, lüks otelleri de barındırıyor. 2010 yılında 50. yıldönümünü kutlayan "Jazz a Juan" jazz festivali her yıl Temmuz ayında düzenleniyormuş ve çok önemli jazz sanatçılarını ağırlıyormuş. 


Otelde biraz dinlendikten sonra, akşam yemeği için Cannes'a gittik. Sahilde biraz turladıktan sonra yemek için şansımızı deniz mahsüllerinden kullanmak istedik ve "Astoux et Brun"a oturduk. Oldukça kalabalık ve canlı görünen bir restorandı. 

Menüyle biraz başbaşa kaldıktan sonra, "assortiments de fruits de mer / Seafood assortment / deniz mahsüllerinden seçmeler" başlığından "tek kişilik assortiment" ve bir de istiridye seçtik. Yemeğin yanında kızarmış patates ve bira söyledik.


İlk önce başlangıç olarak minik deniz kabuklularından geldi sirkeli bir sos ve sarımsaklı ve patatesli olduğunu tahmin ettiğim kremamsı bir sos ile. Bu minik deniz böceklerini yiyebilmek için bir de iğneye benzer bir aparat vardı. İlk defa denediğim bu deniz böcekleri için puanım 10 üzerinden 5. 

Seçtiğimiz "tek kişilik assortment" masamıza geldiğinde biraz şaşırmış olduğumuzu söylemem gerek çünkü, buzlarla dolu bir tabakta servis edildi yemeğimiz. Buzlu bir tabakta servisin bu deniz mahsüllerinin pişmemiş olduğu anlamına geldiğini söylememe bilmiyorum gerek var mı ??  

Bu tabakta yer alan deniz mahsülleri: 8 huitres/istiridye, 1 amande/türkçe adını bulamadığım bir deniz böceği, 1 clams/midye, 5 bulots/deniz salyongozu, 5 crevettes/karides, 2 langoustines/Norveç ıstakozundan oluşuyordu ve bu tabağın fiyatı 39 € idi. Tabaktaki en lezzettli ürün jumbo karidesti. Bu assortment tabağının notu 10 üzerinden 3, bu not da karideslerin hatırına:)   


İkinci tabağımız ise yine buzlarla dolu bir tabakta servis edilen istiridyelerden oluşuyordu. Bu tabağın fiyatı da 21,80 €'ydu. 

Eşim de bende daha önce istiridye yememiştik. İstiridyenin tadını ikimizde beğenmedik doğruyu söylemek gerekirse.. Yeni tadlara ve yerel lezzetlere oldukça açık olmamıza rağmen, deniz suyu tadını da hissettik istiridyenin yumuşak etinde.. İstiridye tabağının notu 10 üzerinden 2. Sakın kıt notlu sanmayın beni, prensip olarak 1 vermediğimi de belirteyim :) 


Hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir yemek oldu malesef bizimkisi, istiridye sevmediğimiz sonucuna vardığımız. Tabii ki istiridyelerin çoğunu yemedik. Garsondan tabakları götürmesini istediğimizde yaşanan ilginç olaydan da bahsetmeden edemeyeceğim. Tabakları götüren garson sonrasında istiridyeleri paket yapıp masamıza getirdi :) Sanki çok doyduk da bitiremedik gibi, bir de paket olarak eve istiridye mi götürecektik ?!?! Şanımız yürüsün :) 


76,40 € gelen hesabı ödeyip istiridyelerimiz ile restorandan ayrıldık, az ilerde sokakta yatan evsize istiridyeleri hediye ettik. Umarım beğenerek yemiştir :)





Yemekle ilgili kötü anılarımızı unutmak üzere, en canlı mekanlardan biri olan "Up Side Down" a oturduk. 4 peynirli pizza (12,90 €) ile ağzımızın tadı yerine geldi. Pizzanın yanında fıçı biralarımızı (4,00 €) yudumladık.


Kötü başlayan yemek macerasından sonra, akşamı keyifli bitirdik ve otelimize döndük.

homemadetravels

homemadetravels
homemadetravels

homemadetravels

homemadetravels