2014 yılının 1 Mayıs’ı perşembeye gelir de biz bir gün izin alıp 4 günlük bir plan yapmaz mıyız?
Tabii ki yaptık :)
Bu sefer rotamız Portekiz… Yazının Devamı…
2014 yılının 1 Mayıs’ı perşembeye gelir de biz bir gün izin alıp 4 günlük bir plan yapmaz mıyız?
Tabii ki yaptık :)
Bu sefer rotamız Portekiz… Yazının Devamı…
Cuma günü için planımız, arabayı teslim etmek, sonrasında scooter kiralamak ve şehrin merkeze uzak kesimlerini scooter ile gezmekti.
Arabayı bir gün önce bıraktığımız kapalı otoparktan sabah aldık ve toplam 26,20 € ödedik !! Karşılaştırma için eve gecelik kişibaşı 32 € ödediğimizi belitmek isterim.. Aklınızda olsun, şehir merkezindeki kapalı otoparklar oldukça pahalı.
Avis’in şehir merkezindeki “Mondial Hotel“in altında yer alan ofisinin önüne arabayla gidebilmek için turladık aynı yolları bir kaç kez :( Sonunda Avis’e vardık, ama arabayı alırken ne kadar sıra beklediysek, bir o kadar sıra da teslim edebilmek için bekledik malesef. Allahım tüm kiralama ofisleri mi yavaş çalışır, hepsinde mi sıra olur.. Herhalde yarım saati geçti teslim işlemi..
Martim Moniz meydanından, Rossio meydanına geçtik, oradan da Rua Agusto’dan yürüyerek scooter kiralayacağımız “Scooter Solution“a geldik. Tabii ki scooter kiralamak da öyle kolay değildi, tek bir görevli, önümüzde sırada birkaç kişi.. Artık kaderimize gülüyoruz, bekleyeceğiz mecbur yapacak birşey yok :)
Dükkanın logosunu çok sevdim ilerde bir gün scooter dükkanı açarsam, logosu hazır ;) Günlük 25 €’ya kiraladığımız scooter’ımızı aldığımızda saat 11:00 olmuştu.
İlk önce şehrin batısındaki sahilde yer alan “Belem” semtini gezmeye karar verdik.
Eski zamanlarda keşif seferlerinin denize açıldığı bölge olan Belem’de günümüzde, geniş parklar, meydanlar ve müzeler var. Belem’i gezmeye başlamadan önce bir iki büsküvi ile geçiştirdiğimiz kahvaltımızı yapmak için Belem’in meşhur pastanesi “Pasteis de Belem“e oturduk.
Şimdi kısaca bu pastanenin hikayesini anlatayım: 19. yy başlarında Jeronimos Manastırı’nın hemen yanında şeker kamışı fabrikası varmış. 1820’deki liberal devrim ile Portekiz’deki tüm manastırların kapatılmasına karar verilmiş ve 1834’te bu manastır da kapatılmış, tüm dinadamları ve çalışanlar işsiz kalmış. Bu sırada işsiz kalan dinadamlarından birisi bu tatlıları yapmaya başlamış, tarif ve lezzet hızlıca ünlenmiş, 1837’den bu zamana kadar da gizli tutulan tarif ile geleneksel yöntemlerle üretim devam ediyormuş.
Belem’e gelince Pasteis de Belem’de oturmak ve bu tatlı tartlardan yememek olmaz. Dışarıdaki kalabalık ve uzun sıra sizi yanlıtmasın, bekleyenler paket yaptırmak isteyenler. İçeriye girip birbiri ardına açılan odalar ve salonlarda oturabilirsiniz, hatta mutlaka oturun :)
İçerinin dekorasyonu da çok sevimli bence, mavi beyaz desenli seramikler, seramik tablolar, zaten çok severim, bu sebeple burayı da çok sevdim :)
Kahve 1,50 €, minik Belem tatlısı 1,05 €.
Gelelim tartın lezzetine, dışı milföy hamuru, içi koyu bir muhallebi kıvamında, üzeri de kazandibi gibi. Lezzet güzel, ama harika ya da muhteşem değil, olsa yerim, yoksa aramam :)
Tatlı ve kahve molasının ardından sıra ilk önce “Jeronimos Manastırı“nda, sonrasında ise “Belem Kulesi /Torre de Belem“ndeydi.
Bu iki yapı da UNESCO Dünya Mirası listesinde. “Jeronimos Manastırı” çok görkemli bir bina. Ünlü kaşif Vasco da Gama’nın Hindistan deniz yolunu keşfi şeferine yaptırılan manastırın dış cephesindeki taş işçiliği görülmeye değer. 1501 yılında inşaa edilmeye başlanmış ve inşaatı toplam 70 yıl sürmüş. İçine girmedik manastırın, uzun bir sıra vardı. Zaten bir süredir kilise ve manastırlara dış cepheden bakmak yetiyor bize..
“Belem Kulesi” ise çok yüksek bir kule olmamasına rağmen, denizin içinde gibi, daha doğrusu nehrin içinde :) 1515 yılında inşa edilmiş olan ve satranç kalesi görünümündeki kule, keşifler çağını temsil ediyormuş. Kulenin içi gezilebiliyor, bence gezmeye gerek yok, biz gezmedik.
Sırada ise “Keşifler Anıtı / Padrao dos Descobrimentos” var. Bu anıt, 52 m yüksekliğinde ve gemiye benzer bir şekle sahip. Portekiz Prenslerinden biri olan “Gemici Henry / Henry the Navigator”nin 500. ölüm yıldönümünde 1960 yılında dikilmiş bu anıt.
Gemici Henry keşif amaçlı denize hiç açılmamış olsa da kaşiflere ve denizcilere büyük destek sağladığı için çok önemli bir şahsiyet.
Keşifler Anıtı’nı da gördükten sonra yavaş yavaş Belem’den ayrılmaya karar verdik. Vaktiniz olursa ve ilginizi çekerse, Belem’de yer alan “Museu Colecçao Berardo” yu gezebilirsiniz. Bu müze, Portekiz’in en büyük sanat kolleksiyonerlerinden Jose Berardo tarafından kurulmuş, içeride Picasso’dan Warhol’a, Miro’dan Lichtenstein’a kadar ünlü sanatçıların eserleri var ve giriş ücretsiz, aklınızda bulunsun..
Belem’den ayrıldıktan sonra 25 Nisan Köprüsü’nün ayağında, eski depoların cafe ve restoranlara dönüştürüldüğü ve bir de yat limanının yer aldığı “Doca de Santo Amaro“ya uğradık.
Tejo Nehri, 25 Nisan Köprüsü ve karşı kıyıda İsa heykeli manzarası ile yanyana restoranların sıralandığı limanı çok beğendik ve öğle yemeğini burada yemeğe karar verdik.
Restoranımızın adı “Tertulia de Tejo“. Menümüzde karışık salata (4,50 €), kızarmış morina balığı (15,95 €) ve karides (16,90 €) vardı. İçecekler ise küçük su (1,80 €) ve bira (2,60 €), kuver olarak zeytin, peynir, ekmek (7,20 €)
Genel olarak mekandan ve ortamdan çok memnun kaldık, keyifli bir mola ve yemek oldu bizim için, limana sıfır kenar bir masa bulursanız, kalan ekmeklerle balıkları da besleyebilirsiniz..
Yeri gelmişken, “25 Nisan Köprüsü/ Ponte 25 de Abril“nden ve İsa Heykeli‘nden bahsedeyim, San Francisco’daki Golden Gate Köprüsü’ne benzerliği ile bilinen 25 Nisan Köprüsü’nün ismi, 1974’teki devrime kadar Salazar Köprüsü‘ymüş. Devrimden sonra köprünün ismi, Salazar rejiminin devrildiği tarih olan 25 Nisan olarak değiştirilmiş. 1966 yılında yapılmış olan bu köprünün iki katlı olması ve alt katından tren geçiyor olması, bizim Boğaz köprüleri niye böyle değil sorusunu akıllara getiriyor.
Yemekten sonra, birkaç farklı yerde okuyup merak ettiğim LX Factory ye gidelim dedik. LX Factory Lizbon’un yaratıcı nabzının attığı merkez olarak tanımlanıyordu. 19. yy tekstil fabrikasından dönüştürülen atölyeler, sanat stüdyoları, galeriler ve tasarım mağazalarının yer aldığı bir yer olarak anlatılmıştı. 25 Nisan Köprüsü’ne de yakın olduğu için bir görelim burayı da dedik.
İtiraf etmeliyim ki Lizbon’da en çok arayıp, en zor bulduğumuz yerdir LX Factory. Burayı bulmaya çalışırken bir de polis maceramız oldu. Motorla giderken arkamızdan gelen bir siren sesiyle Allaallah polis bize mi siren çalıyor, sağa çekelim bari dedik ve durduk.
Polis bizi niye durdurmuş biliyor musunuz? Eşimin kaskının altındaki bağcık açıkmış !! Nasıl böyle motor kullanabilirmişiz ??? Bize ceza kesmek zorundaymış polis !! Motorun evraklarını istedi, ehliyet pasaport istedi verdik bizde. Sonra kalın bir kitap çıkardı, aradı buldu, kaskın bağcığını bağlamamanın cezası 120 €’ymuş.
İnsanın o an aklından Türkiye’deki kasksız motor sürücüleri, kaskı koluna geçirip süren sürücüler ha bi de kaskı şapka gibi takanlar geçiyor.. Polise biraz dil döktü eşim; yapma etme, ne cezası, bizde o kadar para yok, 30 € var bunu versek falan.. Bir bakıma rüşvet teklif ettik de sayılabilir belki :) Yok dedi polis, olmaz. Pasaport ve ehliyet bizde kalsın, pazartesi parayı getirir evraklarını alırsın merkezden. Biz dedik yarın dönüyoruz, uçağımız var, yapma etme vs vs. Neden sonra ikna oldu polis, evraklarımızı verdi de rahat bir nefes aldık, ter içinde kalmamız da cabası :) Bu olaydan çıkan sonuçlar:
Bu macera sonrası bulduk LX Factory’i de hiç de hayal ettiğim gibi bir yer çıkmadı açıkcası. Bir iki mobilya ve aksesuar mağazasına girip çıktık. Sonra da yolumuza devam ettik.
LX Factory hayal kırıklığı sonrası şehir merkezindeki “Ticaret Meydanı / Praça do Comercio“ya uğradık. Bu meydan trafiğe kapalı Rua Agusta Caddesi’nin Tejo nehri ile buluştuğu nokta. Adeta şehre giriş kapısı gibi görünen zafer takı ve 18. yy’dan kalan sıra sıra kemerler meydanı çevreliyor.
Meydanın ortasında Dom Jose I’in bir heykeli yer alıyor, koca meydanda gölge olabilen tek yer heykeli çevreleyen merdivenler :)
Tavsiyem, meydan gezisini sabah erken ya da akşamüstü yapın, gerçekten çok sıcak oluyor. Fotoğrafı bile yamuk çekmişim sıcaktan :p
Ticaret Meydanı’ndan sonra ise şehrin doğusunda yer alan “Parque das Naçoes“i ve Avrupa’nın en uzun köprüsü olan “Vasco da Gama Köprüsü“nü görelim dedik.
Akvaryumu gezmeseniz bile etrafında dolaşın, çok güzel peyzaj ve su oyunları var, altından geçilebilen şelale de bunlardan biri, serinlemek isteyenler için ideal :)
Gelelim “Vasco da Gama Köprüsü“ne.. 17,2 km uzunluğa sahip köprü, Expo zamanı yapılmış. Yer yer gemilerin geçişi için karaya yakın kısımlarında geniş açıklıklar var, köprünün orta kısımları ise nehir seyiyesine daha yakın.. Köprünün hemen yanında güzel ve keyifle vakit geçiren Lizbon’luların yer aldığı parklar var.
Motorsikletin verdiği keyif, kolaylık ve rahatlıkla şehrin en uç iki noktasını gezip gördük, sıra merkeze dönmekteydi. 7 tepeli şehir Lizbon’un tepelik yerlerine de motorla çıkalım da rahat edelim dedik, Alfama semtinden girdik ara sokaklara gezdik dolaştık motorla, kahverengi “Miradouro” tabelalarını takip ederek bir manzara noktasına vardık.
Miradouro manzara noktası demek, Lizbon’da birçok manzara noktası var. Tejo nehri, 25 Nisan köprüsü, tarihi şehir, kale derken bir de şehir 7 tepeli olunca manzara noktalarının doğması çok normal..
İlk durduğumuz manzara noktasının adı, “Miradouro da Graça“.
Bu noktada bir de cafe var, bir kahve ya da soğuk bir içecek için ideal :) Biz de biraz oturup manzaranın tadını çıkardık burda.
Bir manzara noktasından bir diğer manzara noktasına geçtik sonrasında “Miradouro da Senhore do Monte“. Bu manzara noktasının özelliği ise Lizbon’un en yüksek manzara noktası olmasına rağmen en az bilineni olmasıymış. Buradan da şehre baktıktan sonra sıra uzaktan gördüğümüz kaleye gitmekti.
Bu arada Lizbon’daki tuktuk‘lardan da bahsedeyim, yürümek istemeyen ya da o kadar yolu yürüyemeyecek olanlar için minik sevimli taksiler bunlar. Ama Tayland’dakiler gibi sanmayın, çok bakımlı ve şirin tuktuk’lar Lizbon’dakiler..
Bir kaç farklı firma tarafından işletilen tuktuk turlarının saati 50-60 € civarında.
“Castelo de Sao Jorge / Sao Jorge Kalesi”nin girişi 7,50 €’ydu. Biz içeriyi gezmeye gerek duymadık. Motoru parkedip bizdeki deyiş ile kaleiçi sokaklarında dolaştık.
Arka sokaklarda asılı çamaşırlar Lizbon’da göreceğiniz klasik görüntülerden :)
Alfama’nın ara sokaklarında motorla turladıktan sonra, eve dönmeden önceki son durağımız dönüş yolunda “Largo das Portas do Sol“ oldu. Burası da küçük bir meydan ve manzara noktası sayılabilir. Dinlenmek isteyenler için aynı isimde bir restoran da var.
Buraya çok yakın bir de “Se / Katedral” bulunuyor. Katedral, 1150 yılında, şehrin tekrar Hristiyan hakimiyetine geçişinden sonra cami temelleri üzerine inşaa edilmiş. Biz içerisine girmedik, merak edenler gezebilir..
Gezimizi bitirip, evimize döndük, akşam yemeği için hazırlandık.
Akşam yemeğini Fado eşliğinde yemeğe karar verdik. Alfama’da “Marques da Se“ye oturduk saat 21:00 civarında. Canlı fado için kişibaşı 12 € hesaba ekleniyor. Yemek alacart, yani ne yersen onu ödüyorsun.
Yemek olarak başlangıçlardan “shrimp loins fried with garlic (15 €)”, portuguese style mussels (15€) söyledik, ana yemek olarak ise “bacalhau lagarerio / cod grilled in olive oil with garlic” (21 €) içecek olarak ise soda (3,50 €) ve house wine (20 €). Hesaba ilave edilen kuver kişibaşı 4 €’ydu.
Balık yanında kabuklu patetes ve ıspanak ile servis edildi. Karideslerin kabuğunun soyulmuş olması çok iyiydi :)
İlk önce genç bir kadın fado solistini dinledik sonrasında ise sırasıyla genç bir erkek, orta yaşlı bir kadın sahne aldı. Hepsi 4-5 şarkı söyledi. Fado sanatçıları mikrafon kullanmıyor ve sesleri o kadar güçlü ki mikrafona gerek yok zaten :)
Restoranın ortamı da çok güzeldi, taş kubbeli bir salondu. Fado performansı sırasında yemek servisi yapılmıyor ve ortamın ışıkları karartılıyor. İki gitarist hep aynı kaldı ama solist değişti.
Yemeğimizi yedikten sonra geceyi noktalamak için Barrio Alto‘ya gittik, sokaklarda dolaştık, 1 €’ya küçük bira aldık, sokaklarda oturup gelen geçeni izledik ve geceyi böylece bitirdik..