All posts tagged Cannes

Cannes’dan St-Tropez’e..

Cumartesi sabah otelden kahvaltı yapmadan çıkış yaptık. Planımız, kahvaltımızı Cannes’da yaptıktan sonra gündüz gözüyle Cannes’ı dolaşıp, sonrasında Mougins ve Grasse kasabalarını gezdikten sonra sahile inip Port Grimaud’u ve St-Tropez’i gezmekti.

Gün içindeki rotamız harita üzerinde şu şekildeydi.

cda2_2

Cannes

Hepimizin festivallerden tanıdığı kırmızı halısıyla ünlü Cannes’a giderken sabah yine Cap d’Antibes’den dolaştık. Bir önceki gece gördüğümüz lüks villaları bu sefer de gündüz gözüyle yol boyunca görmüş olduk.

Antibes Cannes arası yarımadayı dolaşan bu uzun yol ile yaklaşık 17 km. Arabayı sahilde yer alan kapalı otoparka parkettikten sonra Cannes’ın meşhur sahilde yer alan bulvarı “La Croisette” yürümeye başladık. Palimiye ağaçları ile süslü bu sahil yolunun bir tarafında plaj diğer tarafında ise lüks butikler ve oteller yer alıyor.

cda2_3

Sahilde yer alan “Carlton Intercontinental” olarak bilinen binadan bahsetmemek olmaz. Art deco mimarinin bir örneği olan bu binanın ikiz kubbeleri için rehber kitaplarda bir hikaye var ki, zaten başka kaynaklardan okuyacağınız için burada bahsetmeyeceğim :)

Kahvaltı için sahilde yer alan ve mevsim itibariyle yeni yeni açılan cafe/restoranlardan birini seçtik Plage La Geoland. En güneşlisinden bir masaya oturduk ve fırından yeni çıkmış sıcacık kruvasanlarımız eşliğinde kahvelerimizi yudumladık.

Bir yandan güneşin tadını çıkarırken, diğer yandan plajdaki şezlong ve şemsiyelerin düzenli bir şekilde dizilmesi ve kumun elenerek temizlenmesini izledik. Eminim yazın ortasında sahilde boş bir şezlong bulmak imkansız hale geliyordur.

Kahvaltıdan sonra La Croisette’den yürüyerek meşhur Palais des Festivalese geldik. Birçok fuara ve festivale ev sahipliği yapan bu bina tabii ki Cannes Film Festivali‘ne de ev sahipliği yapıyor. Binanın hemen yanındaki parkta bazı ünlü sanatçıların el izlerini görmek mümkün. Bir de tabii ki kırmızı halıyı..

Bir yandan yeni biten MIPIM fuarının toplanması işleri devam ettiğinden, kırmızı halının yanına kadar gidemedik ama zaten üzerinde film yıldızları yokken kırmızı halı da herhangi bir kırmızı halı kadar ilgi çekici..

cda2_4

“Vieux Port” yani eski limana bakan “Lord Brougham Meydanı”nda bir pazar kurulmuştu, antikalardan yerel ürünlere bu sevimli pazarı hızlıca dolaştıktan sonra Cannes’ın en eski yerleşimi olanLe Suquete doğru yürümeye başladık.

Otobüs duraklarına bakan binadaki sokak resmine dikkat etmeden geçmeyin. Cinema Cannes isimli bu resimde birçok önemli Hollywood filminden kareler olduğunu göreceksiniz.. Titanic, Star Wars, Charlie Chaplin, Mickey Mouse karakterlerini bu duvarda görünce hemen tanıyacaksınız..

Le Suquet‘in dar ve yokuşlu kimi zaman merdivenli sokakları var. Yer yer yönlendirme tabelaları göreceksiniz, dilerseniz bunları takip edin, dilerseniz eski Cannes’ın sokaklarında kaybolun.. Tepeye ulaştığınızda “Notre Dame de l’Esperance Kilisesini ve “Musee de la Castreyi göreceksiniz. Cannes’ın eski limanına bakan güzel bir manzara sizi bekliyor burada.

Fotoğraf molasından sonra tekrar aşağıya doğru indik dar sokaklardan. Rue Meynadieri takip ederek Cannes’ı gezdik. Bu caddede yürürken bir üst sokakta yer alan Marche Forvilleye de uğrayın mutlaka. Burası bir pazar, her türlü sebze ve meyveden balığa bir çok lokal ürünün satıldığı bölgenin en önemli pazarlarından biriymiş. Ayrıca pazardaki demet demet çiçekler de içinizi neşeyle dolduracak :)

Foto Galeri 1

Cannes’dan ayrılmadan önce yol üstünde karşımıza sevimli bir pastane/dondurmacı çıktı: Glacier Vilfeu. Buradan bir milkshake aldık, gözümüzün önünde gerçek dondurmadan yapılan milkshake’in tadı çok lezizdi. Aynı cafe de bir de bu sevimli angry bird şekerlemelerinden satılıyor.

Saat öğlene yaklaşırken, Cannes’daki gezimizi noktalayıp, rotamızı Mougins’e doğru çevirdik.

Mougins

Cannes’dan yaklaşık 8 km mesafede yer alan Mougins gerçekten de görülmesi gereken bir Ortaçağ kasabası.

Picasso’nun 1961 yılında yerleştiği bu kasabada hayata gözlerini yummuş ve son 12 yılını burada geçirmiş.

Birbirinin içine geçen sokaklarla, dairesel bir plana sahip bu kasabanın sokaklarında dolaşmak oldukça keyifli. St Paul de Vence gibi sanat galerilerine ve müzelere ev sahipliği yapan bu kasabada güzel fotoğraf kareleri yakalayacağınıza eminim, şimdilik benim karelerim ile idare edin :)

Foto Galeri 2

Her yıl Eylül ayında Mougins’de Uluslararası Gastronomi Festivali düzenleniyormuş. yemek meraklılarına duyurulur.

Cannes’a yakınlığı sebebiyle film festivali boyunca ünlü isimleri ağırlayan bu küçük, şirin ve aynı zamanda elit bir tarza sahip kasabanın sokaklarını mutlaka keşfedin..

Grasse

Lavanta, mimoza, yasemin ve gül bahçeleri ile çevrili Grasse dünya parfüm endüstrisinin merkezi olarak ünlenmiş.

Su kaynaklarının fazlasıyla bulunduğu Grasse’ye orta çağda dericilik yapanlar yerleşmiş. 1500’lü yıllarda kokulu deri eldiven modasının başlamasıyla ve tabakanelerden gelen kokunun bastırılması ihtiyacıyla Grasse parfümeri endüstrisinin bir merkezi olmuş. Günümüzde de halen bu özelliğini koruyor.

Mougins-Grasse arası yaklaşık 12,5 km. Yolda giderken Grasse’ye henüz gelmeden meşhur parfüm firmalarından biri olan “Fragonard“ın tabelasını görünce hemen durduk. Daha sonra anladık ki burası Grasse merkezine gelmeden önce “Fragonard Les Fleurs” ismiyle anılan tesis ve Grasse merkezine 3 km mesafede.

Arabayı parkedip içeriye girdiğimizde İngilizce bilmeyen bir görevliyle karşılaştık, neyseki anlaştık, rehber istemediğimizi söyleyip içeriye girdik. Burası aynı zamanda geçmişi 19. yy’a dayanan bir üretim tesisi, günlerden cumartesi olunca çalışan kimse yoktu ama labratuvarlarda şişe şişe parfümleri, tüpleri, yeni kokuların karıştırıldığı deneme masalarını görmek mümkündü.

Duvarda asılı, nereden hangi kokunun bitkisinin geldiğini gösteren bir tablo vardı. Türkiye’den giden koku ise gülmüş.

Tesisin içinde eski zamandan kalan damıtma makineleri de sergileniyordu. Parfüm yapım tekniklerinden biri olan emilim yönteminin uygulandığı yaseminleri de bu fabrikada gördük.

Fabrika duvarında, eski zaman parfümcüleri resmeden seramik tablo çok şirindi :)

Hızlı bir turdan sonra bir alt katta yer alan fabrika satış mağazasını gezdik. Mağazada parfümlerden, sabunlara, kremlerden diğer kozmatik ürünlere kadar geniş bir ürün yelpazesi sunuluyor. Mağazadan fazlasıyla keyif aldığımı belirtmem gerek. Güzel kokularının yanı sıra oldukça güzel ambalajlara sahip ürünler var. Hediyelik olarak özellikle bayanlar için güzel alternatifler sunuyor. Ben de elim boş çıkamadım tabii ki…

Bu parfüm gezisinden sonra Grasse’nin şehir merkezine doğru devam ettik. Turist info’nun olduğu noktada hem otobüs durağı hem de katlı otopark bulunuyor. Arabayı parkettikten sonra haritamızı alıp Grasse sokaklarında dolaşmaya başladık. Kısa bir turdan sonra Grasse merkezinde çok fazla vakit harcamamaya karar verdik ne de olsa saat ilerliyordu ve daha görülecek yerler vardı.

Eğer vaktiniz varsa, “Musee International de la Parfumerie“yi gezmek güzel fikir olabilir. Ayrıca Grasse merkezinde de Fragonard’ın bir mağazası bulunuyor. Fragonard dışında Molinard ve Galimard da bölgenin bilinen ve yol boyunca göreceğiniz diğer meşhur markaları.

Port Grimaud

Grasse’den sonra rotamızı sahil kısmına çevirdik, ilk durağımız “Port Grimaud“du. Grasse – Port Grimaud arası yaklaşık 90 km.

Provence bölgesinin Venedik’i olarak bilinen Port Grimaud bu ismi fazlasıyla hakediyor. 1960’lı yıllara kadar giden bir geçmişe sahip, takdiri hakeden çok güzel bir proje olduğunu düşünüyorum. Mimar François Spoerry tarafından tasarlanan bu kasaba, Giscle nehrinin oluşturduğu bataklık üzerinde kurulmuş.

cda2_9Bazı kısımlarına giriş sadece ev sahiplerine açıkken, meydanın ve çarşının olduğu kısım halka açık.

Araç trafiğinin neredeyse hiç olmadığı Port Grimaud’un kapılarından birisinin karşısında yer alan geniş açık otoparka arabamızı bıraktıktan sonra yaya olarak girdik. Sezon daha açılmadığı için otopark ücretsizdi.

Çarşı kısmında yer alan mağazalar ve restoranların bir çoğu kapalıydı. Kanallar üzerinde yer alan köprülerden geçtik ve Port Grimaud’u keşfettik. Rengarenk binaların yer aldığı kanallarda evinin önüne teknelerini çekmiş insanlar vardı.

Port Grimaud’daki turumuzdan sonra rotamızı St-Tropez’ye çevirdik.

St-Tropez

Port Grimaud-St-Tropez arası yaklaşık 8 km. Arabayı parkettikten sonra sahilde bir tur atıp, keyif yapmak için kırmızı ahşap sandalyeleri ve dekoruyla bizi çağıran “Senequier“e oturduk.

Küçük bir balıkçı kasabasıyken, Cote d’Azur sahilinin önemli bir tatil merkezi olan St. Tropez’in ünlenmesinde, 1956 yılında burada çekilen, dönemin seksi yıldızı Brigitte Bardot‘un başrolde oynadığı “Ve Tanrı Kadını Yarattı” filminin rolü büyük..

Eski limanda birbirinden lüks yatlar demirlemiş durumda, gelip geçeni seyretmek ve limana karşı keyif yapmak için Senequier oldukça ideal bir seçim olmuş, bir de ilk sıradaki masalardan birine oturunca daha da keyifli oldu herşey.

Foto Galeri 3

Kahvelerimizi yudumlarken, bir yandan da Türk garsonumuzun tavsiyesi ile masaya sipariş vermek yerine içerideki pastane kısmından aldığımız “tarte tropezienne” den birer ısırık aldık. Menüde 14 € olan bu tartı pastane kısmından yarı fiyatına alıp masanızda yiyebilirsiniz. Türk’ün Türk’e kıyağı oldu yani anlayacağınız, garsonumuz da iyi bir bahşişi haketti bize verdiği bu tiyo ile :) Senequier’de cappuccino ise 9 €.

Tart tropezienne, St-Tropez ile özdeşleşmiş bir tatlı çörek.

1950’lerde Polonyalı bir fırıncının St Tropez’de bir fırın açması ve St Tropez’i meşhur eden “Ve Tanrı Kadını Yarattı” film setinin yemeklerini hazırlamakla görevlendirilmesine dayanan bir öyküsü var.

Brigitte Bardot bu tartı çok beğenmiş ve onun önerisiyle ismi “tart tropezienne” olmuş. Alman pastasına da benzeyen beyaz bir hamur arasında yine beyaz bir krema ve üzeri pudra şekerli bu tartı biz çok sevdik, siz de mutlaka deneyin.

Eski limandan sonra St-Tropez’in diğer önemli noktası “Places des Lices” meydanı. Çınar ağaçlarının yer aldığı geniş meydana bakan cafeler ve restoranlar var.

Meydanların vazgeçilmezi pazarlar burada Salı ve Cumartesi günleri sabahtan pazar kuruluyormuş. Saat itibariyle biz pazara denk gelmedik ama belki size kısmet olur.

Bu meydanda bir de çok önemli bir cafe var: “La Tarte Tropezienne” Burası orijinal tarife sahip cafe. Elimiz boş çıkmadık tabii ki de bir tane tart tropezienne (7 €) bir de çikolatalı tartı (6 €) paket yaptırdık, sonrasında biraz daha St-Tropez sokaklarında gezip saat 18:30 civarında iki gece konaklayacağımız Nice’e doğru yol almaya başladık.

Nice

St-Tropez-Nice arası yaklaşık 100 km, Frejus’a kadar sahilden sonrasında da otoyoldan devam ederek, yaklaşık 1,5 saat sonra Nice’e vardık.

Nice’de iki gece konakladığımız otel, “Grand Hotel le Florence” fiyat/kalite endeksinin oldukça yüksek olduğu bir oteldi. İki gece için kahvaltı hariç toplam 128 € ödedik.   Otelimiz, Nice’in trafiğe kapalı önemli caddelerinden biri olan Av. Jean Medecin‘e iki adım mesafedeydi ve otelin hemen yanında Park Etoile kapalı otoparkı vardı.

Şehir genelindeki park yeri sorunu kapalı yeraltı otoparklarıyla oldukça iyi çözülmüş durumda. Genellikle otoparklar ilk yarım saat için ücretsiz, ayrıca oldukça bakımlı ve temiz.

Arabayı parkedip otele yerleştikten sonra akşam yemeği için “Cours Saleya“ya gittik. Cours Saleya Nice’in önemli turistik noktalarından biri, gündüzleri çiçek pazarı kurulan hem meydan hem de yaya caddesi olarak tanımlayabileceğimiz bu alanı akşamları sıra sıra restoranlar ve cafelerin masa ve sandalyeleri dolduruyor.

Cumartesi akşamı olduğu için heryer çok kalabalık ve canlıydı. Bir kaç tur attıktan sonra yemek için “Le Marche” ye oturduk. Bu akşam menümüzde, “moules mariniere/soğanlı ve beyaz şarap soslu midye” (12 €) ve “risotto aux fruits de mer/deniz mahsüllü risotto” (16 €) vardı.

Foto Galeri 4

Yemeğin yanında iki kadeh de kırmızı şarap içtik (kadehi 7 €). Gerçekten de her iki yemek de çok lezzetliydi. Kapanışı esspresso (1,90 €) ile yaptık.

Garsonumuz da çok muhabbetli birisiydi. Bir süre Türkiye’de maden işi yapan bir firmada çalışmış,  bizim de Türk olduğumuzu öğrenince çok ilgilendi ve Fransızlardan beklenmeyecek bir samimiyet gösterdi bize, buradan kendisine teşekkürü bir borç bilirim :)

Yemekten sonra birşeyler içmek için Cours Saleya’daki Blast‘a oturduk. Bir mojito (9 €) ve bir caipirinha (9 €) ısmarladık.

Gece henüz bitmemişti, sırada Nice’in önemli bir club’ı olan High vardı. Benim enerjim giderek azalsa da sahilden High’a kadar yürüdük. High, meşhur Negresco Oteli’ne yakın, Promenade des Anglais Caddesi üzerinde yer alıyor.

Mekanın önünde şık kıyafetler içinde bekleşen gençler vardı. İçeriye girişte dress code/kıyafet kuralları varmış. Ayağımdaki spor ayakkabılar ile mekana girmeme izin verilmedi !! Her ne kadar dans edecek enerjim az olsa da, mekanın kapısından çevrilmeyi beklemiyordum. Biraz laf döksek de kapıdaki görevliye işe yaramadı malesef, mecburen sıradan çıktık ve otelimizin yolunu tuttuk.

Fransa-Cote d’Azur

3 gece 4 gün (2 yarım gün bir tam ederse 3 gece 3 gün) Fransız Riviera’si :)  

Eşimin bu seneki iş seyahatinin sonuna dahil olmam için aylar öncesinden yaptık planı. Her sene Mart’ta Cannes’da düzenlenen gayrimenkul Fuarı MIPIM’e bu sene de katılacaktı ne de olsa. Yazının Devamı…

Cote d’azur Sana Geliyorum :)

Uçağım sabah 11:45’teydi. Sabah trafiğini atlatıp rahatça havalimanına vardım. Uçağın doluluğu hiç fena olmamasına rağmen şansıma üç kişilik sırada tek başıma oturuyordum. Seyahatin güzel geçeceğinin bir göstergesi olabilir mi bu durum?

Yol boyunca evernote’a aktardığım Cote d’Azur ile ilgili blogları okudum, rehber kitaplarımı kurcaladım.

Fransa’nın Akdeniz’e kıyısını oluşturan bu bölge adını, şair Stéphen Liégeard’ın  1887’de La Côte d’Azur adıyla yayınlanan ve aynı zamanda bölgenin ilk gezi kitabı olma özelliğine sahip kitabından alıyormuş. Türkçe’ye “gökyüzü mavisi kıyılar” olarak çevirebileceğimiz bu isim o günden beri bölgeyi tanımlamak için kullanılıyor.

Yerel saat ile 13:45’de Nice Cote D’azur Havalimanı’na inmiştim. Pek yoğunluk olmadığı için pasaport kontrolünden hızlıca geçtim. Eşim daha önceden kiraladığı araba ile beni almaya gelmişti.

Nice havalimanından saat 14:00’yi biraz geçiyordu çıktığımızda. Cote d’Azur kıyılarına merhaba diyeceğim yarım gün için belirlediğim güzergahta St Paul de Vence ve Vence kasabaları vardı.

DAY1

Vence

Havalimanından çıktıktan sonra ilk olarak Vence’e gittik. Oldukça iyi korunmuş bir ortaçağ kasabası merkezine sahip Vence’de meydanında yer alan kapalı otoparka arabamızı bıraktık, hemen meydandaki  turist info’dan şehir haritamızı aldık ve tarihi 13. yüzyıla kadar giden sevimli ortaçağ sokaklarında dolaştık.

cda1_2

french ball game

Vence’den ayrılmadan önce meydanda toplanmış yaşlılardan oluşan bir grup Fransız metal toplarla bir oyun oynuyorlardı. Sonradan bu oyunun adının petanque olduğunu öğrendim, Fransızların popüler oyunlarından biriymiş.

Vence’i eski ortaçağ şehri kadar turistik kılan bir diğer nokta  Chapelle du Rosaire.

cda1_3

1943 yılında ünlü ressam Henri Matisse Vence’e taşınmış. Burada yaşadığı yıllarda, hastalığında onunla ilgilenen hemşiresi ve daha sonra Dominik rahibelerinden birisi olan Monique Bourgeois’in isteğiyle tasarladığı Rosaire Şapel’i Matisse şu şekilde tanımlamış: bu şapeli tüm çalışma hayatımın bir meyvesi ve tüm kusurlarına rağmen başyapıtım olarak görüyorum.

56-210232-matisse-chapel-1

Vence eski şehir merkezine yakın bir yerde konumlanmış olan Rosaire Şapeli’nin içini kapalı olması sebebiyle malesef gezemedik. Dışarıdan çektiğimiz birkaç resim ile yetinmek zorunda kaldık.

St-Paul de Vence

Vence’den sonraki durağımız; tüm rehber kitaplarda “St-Paul de Vence” olarak geçen ancak yoldaki tabelalarda sadece “St-Paul” olarak geçen kasabaydı.

Günümüzde bir çok sanat galerisine ev sahipliği yapan bu Ortaçağ kasabasının bu denli sanatla içiçe olması bir tesadüf değil aslında. Yüksek bir tepeye kurulmuş olan bu kasabanın talihi, Chagall ve Picasso’nun gelişiyle değişmeye başlamış. Sonrasında Yves Montand ve Roger Moore gibi ünlülerin de kasabaya gelmesiyle ünü artmış. Matisse, Chagall, Soutine, Modigliani, Leger ve Cocteau da St. Paul’de hayatlarının bir dönemini geçirmiş diğer sanatçılar.

cda1_5

Kasabanın girişinde yer alan otoparka arabamızı bıraktıktan sonra, turist info’ya uğrayıp haritamızı aldık ve sevimli kasabayı keşfe başladık. Çok sayıda sanat galerisinin yer aldığı kasabada, bazı galerilerde yer alan heykeller oldukça güzeldi

                      DSC_4211        IMG_6476

Dar sokakların buluştuğu kimi minik, kimi daha görkemli meydanlar, heykeller, çeşmeler gerçekten de çok keyif alıyor insan Ortaçağ sokaklarında gezerken..

IMG_6481

Evimiz için bir resim almadan dönmek olmazdı bu sanat kasabasından, biz de tam “Great Fountain” yani Büyük Çeşme’ye bakan bir mağazadan 14,5 €’ya küçük bir suluboya resim aldık, St-Paul siluetini resmeden.

IMG_6479

 

 

 

 

 

 

 

IMG_6480

 Bir atölyenin  önündeki kendinden kuşlu masaya hayran kaldım :) Daha iyi görün diye zoomladım..

cda1_9

 

 

 

 

 

 

Kasabanın dar sokaklarının tadını çıkardıktan sonra, kasabayı sınırlandıran dış yoldan yürüyerek ana girişe vardık, yol üzerinde yine heykeller ve güzel güzel manzaralar bize eşlik etti. St-Paul’deki en sevdiğim heykel,  kanatlanmış ama yere sabitlendiği için uçamamış olan insan heykeliydi..

Toscana’daki Ortaçağ kasabalarını anımsatan bir havası ve silüeti var St-Paul’ün. Tek fark Toscana’daki kasabaların etrafı daha sarı ve bozkır ile çevriliyken, buradakiler daha yeşil ve ormanlık..

St Paul’den bahsederken burada yer alan bir restorandan bahsetmeden geçmek olmaz, her ne kadar özel bir davete ev sahipliği yaptığı için burada yemek yiyemesek de.. Bu restoran “La Colombre d’Or“.

Aynı zamanda otel bölümü de olan bu restoranın özelliği, ünlü ressamların ve sanatçıların orijinal eserlerine ev sahipliği yapması. Miro, Picasso, Matisse ve Leger gibi ünlü sanatçılar hesabı eserleriyle ödüyorlarmış.. Hal böyle olunca, aynı zamanda bir müzeye dönüşmüş burası. Eğer bu restoranı görmek ve yemeklerin tadına bakmak isterseniz, önceden rezervasyon yapmak belki de en akıllıca çözüm olur.

La Colombre d’Or’da yer bulamayınca uzun bir yemek yerine hızlıca atıştırmaya karar verdik, şehrin hemen girişinde yer alan büfeden 2 tavuklu wrap ve bir su aldık. (Wrapler 5,50 € su 2,00 €) Manzaraya karşı hızlıca wraplerimizi yedik, saat beşe beş kala çıktık St Paul’den.

Antibes

Köy yollarından geze geze sahile ulaştık ve “Antibes“e vardık.

Antibes de arabayı sahildeki kapalı otoparka bıraktıktan sonra eski şehri dolaştık.  Sahilden “Picasso Müzesi“ne doğru yürüdük. 12. yüzyıldan kalma Chateau Grimaldi‘de yer alan Picasso müzesi saat geç olduğu için kapanmıştı. Şatonun bir kısmını atölye olarak kullanmasının karşılığında Picasso bazı eserlerini Fransız devletine bağışlamış ve böylece bu müze oluşmuş.

Sahilden şehrin iç kısmına doğru yürüdük ve saat 18:30 civarında “Rue de la Rebuplique“in meydana dönüştüğü kısımda yer alan cafelerden birinde oturduk: Le Cafe Snack Bar.

Bu cafede kadeh şaraplarımızı (2,20 €) yudumlarken biraz dinlendik. Meydanda yer alan carousel sebebiyle mi bilmiyorum ama meydandaki çocuk nüfusun biraz fazla olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Molanın ardından arabamızı aldık, sahil yolundan devam ederek “Cap Antibes“e doğru sahilde yer alan otelimize vardık.

Antibes’de eşimin Salı gününden beri konakladığı otel “Hotel Josse” Sahilde yer alıyor, yeni renovasyondan geçtiği için oldukça yeni ve bakımlıydı. Gecelik fiyat 130 €.

Cap Antibes diğer bir değişle “Antibes Burnu” lüks villalara ev sahipliği yapan  doğal bir cennet. Burnun batı yakası “Juan-les-Pins” olarak biliniyor ve lüks villaların yanısıra, lüks otelleri de barındırıyor. 2010 yılında 50. yıldönümünü kutlayan “Jazz a Juan” jazz festivali her yıl Temmuz ayında düzenleniyormuş ve çok önemli jazz sanatçılarını ağırlıyormuş.

Otelde biraz dinlendikten sonra, akşam yemeği için Cannes’a gittik. Sahilde biraz turladıktan sonra yemek için şansımızı deniz mahsüllerinden kullanmak istedik ve “Astoux et Brun“a oturduk. Oldukça kalabalık ve canlı görünen bir restorandı.

Menüyle biraz başbaşa kaldıktan sonra, “assortiments de fruits de mer / Seafood assortment / deniz mahsüllerinden seçmeler” başlığından “tek kişilik assortiment” ve bir de istiridye seçtik. Yemeğin yanında kızarmış patates ve bira söyledik.

İlk önce başlangıç olarak minik deniz kabuklularından geldi sirkeli bir sos ve sarımsaklı ve patatesli olduğunu tahmin ettiğim kremamsı bir sos ile. Bu minik deniz böceklerini yiyebilmek için bir de iğneye benzer bir aparat vardı. İlk defa denediğim bu deniz böcekleri için puanım 10 üzerinden 5.

Seçtiğimiz “tek kişilik assortment” masamıza geldiğinde biraz şaşırmış olduğumuzu söylemem gerek çünkü, buzlarla dolu bir tabakta servis edildi yemeğimiz. Buzlu bir tabakta servisin bu deniz mahsüllerinin pişmemiş olduğu anlamına geldiğini söylememe bilmiyorum gerek var mı ??

Bu tabakta yer alan deniz mahsülleri: 8 huitres/istiridye, 1 amande/türkçe adını bulamadığım bir deniz böceği, 1 clams/midye, 5 bulots/deniz salyongozu, 5 crevettes/karides, 2 langoustines/Norveç ıstakozundan oluşuyordu ve bu tabağın fiyatı 39 € idi. Tabaktaki en lezzettli ürün jumbo karidesti. Bu assortment tabağının notu 10 üzerinden 3, bu not da karideslerin hatırına:)

İkinci tabağımız ise yine buzlarla dolu bir tabakta servis edilen istiridyelerden oluşuyordu. Bu tabağın fiyatı da 21,80 €’ydu.

Eşim de bende daha önce istiridye yememiştik. İstiridyenin tadını ikimizde beğenmedik doğruyu söylemek gerekirse.. Yeni tadlara ve yerel lezzetlere oldukça açık olmamıza rağmen, deniz suyu tadını da hissettik istiridyenin yumuşak etinde.. İstiridye tabağının notu 10 üzerinden 2. Sakın kıt notlu sanmayın beni, prensip olarak 1 vermediğimi de belirteyim :)

Hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir yemek oldu malesef bizimkisi, istiridye sevmediğimiz sonucuna vardığımız. Tabii ki istiridyelerin çoğunu yemedik. Garsondan tabakları götürmesini istediğimizde yaşanan ilginç olaydan da bahsetmeden edemeyeceğim. Tabakları götüren garson sonrasında istiridyeleri paket yapıp masamıza getirdi :) Sanki çok doyduk da bitiremedik gibi, bir de paket olarak eve istiridye mi götürecektik ?!?! Şanımız yürüsün :)

76,40 € gelen hesabı ödeyip istiridyelerimiz ile restorandan ayrıldık, az ilerde sokakta yatan evsize istiridyeleri hediye ettik. Umarım beğenerek yemiştir :)

Yemekle ilgili kötü anılarımızı unutmak üzere, en canlı mekanlardan biri olan “Up Side Down” a oturduk. 4 peynirli pizza (12,90 €) ile ağzımızın tadı yerine geldi. Pizzanın yanında fıçı biralarımızı (4,00 €) yudumladık.

Kötü başlayan yemek macerasından sonra, akşamı keyifli bitirdik ve otelimize döndük.

Yandex.Metrica