2014 yılının 1 Mayıs’ı perşembeye gelir de biz bir gün izin alıp 4 günlük bir plan yapmaz mıyız?
Tabii ki yaptık :)
Bu sefer rotamız Portekiz… Yazının Devamı…
2014 yılının 1 Mayıs’ı perşembeye gelir de biz bir gün izin alıp 4 günlük bir plan yapmaz mıyız?
Tabii ki yaptık :)
Bu sefer rotamız Portekiz… Yazının Devamı…
THY’nin Atatürk Havalimanı’ndan sabah 7:30 seferi ile Lizbon’a uçtuk. İstanbul’dan Lizbon’a direkt uçmanın tek yolu THY. Uçuş yaklaşık 5 saat sürüyor. Avrupa’da başka bir şehirden aktarmalı da uçulabilir. Biz sabah 7:30 uçağı ile gidiş, pazar 14:50 uçağı ile dönüş olacak şekilde iki kişi toplam 846 € verdik uçak biletlerine.
Lizbon’a vardığımızda Türkiye saati 12:30 yerel saat ise 10:30 olmuştu. Pasaport kontrolünü tahminimizden hızlı geçtik. Sabah Türkiye’den çıkışımız daha uzun sürmüştü. Eşim hemen pasaport polisiyle futbol muhabbeti yaptı iki dakikada.. Erkekler ve futbol vazgeçilmez ve her daim sohbet konusu :)
Portekiz’deki ilk günümüzde planımız havalimanından alacağımız araba ile Lizbon’na yakın küçük kasabalardan Sintra ve Cascais‘i gezmek, bir de Avrupa kıtasının en batı noktası olan Cabo da Roca‘yı görmek vardı.
Planı bu şekilde yapmamızın asıl sebebi airbnb’den tuttuğumuz evi en erken saat 14:00’te girebiliyor olmamızdı. Valizleri metro istasyonundaki dolaplara kititlememiz gerekecekti vs. Bunun yerine havalimanından arabayla çıkarsak hem valizleri nereye bırakacağız derdinden kurtulacak hem de ilk gün yakın çevreyi gezecektik. Bu planı netleştirmemiz son dakikaya kalınca araç kirası da normalden pahalıya maloldu bize malesef :( Tek gün için ödediğimiz rakam benzin dahil 99 €.
Her ne kadar pasaport kontrolünden hızlı geçmiş olsak da Avis’teki sırada çok vakit kaybettik. Malesef yurtdışında araba kiralama işleri çok yavaş ilerliyor, görevlilerin azlığı ve yavaşlığı da süreyi iyice uzatıyor. Bizim gibi yoğun gezi programına sahip olanlar için zaman çok önemli oysa..Sonuç olarak havalimanından çıktığımızda saat 12:00 ye geliyordu :(
Havalimanından çıkıp sahil yoluna attık kendimizi, Tejo Nehri’ni aldık solumuza sahil yolundan devam ettik, güzergahımız aşağıdaki haritadaki gibiydi: Cascais, Cabo da Roca, Sintra ve Lizbon.
“Tejo Nehri / Rio Tejo”, İber yarımadasının en uzun nehri, nehir Atlantik Okyanusu’na dökülmeden önce oldukça genişliyor ve genişlediği bu kısımda da Lizbon yer alıyor. Şehir merkezi nehrin kuzeyinde kurulu, güney yakası ise sanayileşmiş bir bölge.
Havalimanı Cascais arası sahil yolundan 40 km.
Havalimanından sahil yolunu takip ettiğimizde, şehri de kabaca tanımış ve turlamış olduk. Sırasıyla sahilden Commercio Meydanı, 25 Nisan Köprüsü ve Belem’den geçtik.
Sahil yolu oldukça keyifli, bir tarafta Atlantik Okyanusu bir tarafta küçük küçük kasabalar var. Yol üstünde giderken sahil tarafında büyük bir kale göreceksiniz “Forte de São Julião da Barra”.
Bu kale, Portekiz’in en büyük deniz kalesiymiş ve en kapsamlı askeri savunma merkeziymiş. Kaleyi geçtikten bir süre sonra okyanusa biraz daha yakından bakmaya karar verdik ve yok kenarındaki otoparka bıraktık arabamızı.
Çok uzun olmasa da eni çok geniş bir kumsaldı burası.. Portekiz’de yaz sezonu açılmıştı çoktan :) birkaç büfe ve restoran vardı yol tarafında. Acaba denize girer miyiz, hayallah mayoları da almadık yanımıza diye düşünürken bir yandan ayakkabılarımızı çıkardık ve sahilde yürüdük.
Okyanus suyu o kadar soğuktu ki zaten girmemiz mümkün değildi. En azından ayaklarımızı soktuk suya.. Zaten denizdeki insanlardan daha çok sahilde güneşlenen insanlar vardı.
Yolda gelirken gördüğümüz arabasına sörfünü yüklemiş insanların bir kısmı çoktan sörf keyfine başlamıştı.
Kimi sörfçülerse dalgayı yakalamaya çalışıyordu…
Yaklaşık yarım saat oyalandıktan sonra arabaya döndük ve öğle yemeğini Cascais’te yemeğe karar verdik.
Saat 13:30 gibi Cascais’e varmıştık. Arabayı parketmek için biraz eski şehrin içindeki dar ve tek yön sokaklarda dolandıktan sonra kapalı otoparka bıraktık.
Eskiden küçük bir balıkçı kasabasıyken, günümüzde popüler bir yazlık kasabasına dönüşen Cascais, oldukça şirin.
Şehrin merkezi zaten yayalaştırılmış durumda, kısa bir turdan sonra yemek yemek ve dinlenmek için saat 14:00 civarında “Praia da Rainha“daki restorana oturduk. Şehir merkezindeki bu küçük koy ve plaj biraz aşağıda kalıyor, birkaç basamakla iniliyor plaja.
İlk yemeğimizde, Portekiz’in geleneksel ve meşhur balığı Morina’da yapılan bir”Bacalhau“dan denemeye karar verdik. Morina balığı, bizdeki hamsi gibi bir çok farklı tarif ile pişiriliyormuş.
Menüde de üç farklı çeşit vardı, biz “Bacalhau Grelhado”yu (17,50 €) seçtik, bu patatesli ızgara morina balığıydı.. “Bacalhau a Bracarense” domates soslu ızgara morina balığı, “Bacalhau Gratinado” salamlı ve soğanlı ızgara morina balığı. Balığın yanına bir de kalamar söyledik: “Lulas a Romana” (13 €), içecek olarak ise fıçı bira (3,70 €).
Portekiz’de yemekten önce kuver (ekmek, tereyağ, peynir) servisi yapmak adetten. Menülerde de hep bir başlık olarak var kuver, istemezseniz geri gönderebilirsiniz ama biz yedik her seferinde, ilk yemeğimizde kuver kişi başı 2,10 €’ydu.
Yemekten sonra ara sokaklarda biraz daha gezindik, şehir merkezindeki diğer plaj olan “Praia da Ribeira“ya doğru yürüdük. Kasabanın bu kısmından kaleyi görmek mümkün. Kale bir zamanlar kraliyet ailesinin yazlık eviymiş, şu an ise “Pousada de Cascais” isimli lüks bir otele ev sahipliği yapıyormuş.
Cascais’te de yaya yolları geleneksel Portekiz tarzında, siyah beyaz taşlarla desenler yapılmış…. Bunun bir örneği de Rio sahili Copacabana’da.
Cascais’teki turumuzu tamamladıktan sonra bir sonraki durağımız olan Avrupa kıtasının en batı ucu Cabo da Roca’ya doğru yol almaya başladık.
Cascais – Cabo da Roca arası sahil yolundan 20 km. Yol oldukça düzgün, tek şerit gidiş, tek şerit geliş olarak düzenlenmiş, tabii ki bir de bisiklet yolu var. Gördüğümüz kadarıyla bisiklet kullanımı burada da oldukça yaygın..
Çok rüzgarlı bir gün olduğunu da söylemek zorundayım, bir ara arabanın açık camlarından içeriye sahilden uçuşan kumlar girdi, ne kadar rüzgarlıydı artık siz düşünün..
Cabo da Roca tahmin ettiğimin aksine küçük bir köy ama kıyının biraz içerisinde kalıyor. En batı noktanın olduğu yerde bir deniz feneri, ne olduğunu anlamadığımız birkaç bina, otopark ve tanıtım & hediyelik eşya binasından oluşuyor.
Bu noktada falezler var, deniz seviyesinden yüksektesiniz.. Güzel bir park düzenlemişler, manzarayı seyredebileceğiniz, bir de tabii ki herkesin resim çektirdiği anıt var.
Tanıtım ofisinden 11,00 € karşılığında “kıtanın en batı ucunu görmüştür” sertifikası alabilirsiniz. Sertifikada yazanlar ise şu şekilde tercüme edilebilir.
Sertifikada yazanlar ise şu şekilde tercüme edilebilir. “Bu sertifika, homemadetravels’ın Roca Burnu, Sintra-Portekiz’e; Avrupa kıtasının en batı noktasına, “karanın bitip denizin başladığı topraklara”, inanç ve macera ruhuyla, Portekiz gemilerinin, yeni dünyalar aramak için yola çıktığı noktaya gelmiş olduğunu belgelemektedir.”
Elimizde sertifikamız arabamıza atlayıp Sintra’ya doğru devam ettik.
Cabo da Roca – Sintra arası 20 km. Sintra, tüm Lizbon gezilerinde günübirlik gidilip görülmesi gereken yerler listesinin başında yer alıyor. Biz aynı güne birkaç yer görme telaşında olduğumuzdan, Sintra’ya hakettiği vakti ayıramadık mı acaba diye düşünmeden edemiyorum, bir iki saatimiz daha olsaydı keşke…
Sintra şehir merkezi, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Yeşil bir tepelik arazi üzerine kurulmuş olan Sintra küçük şirin bir merkeze sahip.
Sintra’ya vardığımızda kalabalığın etkisiyle Ulusal Saray’a doğru giden yolda trafik oluşmuştu. Biz de ilk önce arabayı bir yere parkedelim de yürüyerek gezelim dedik, biraz turladıktan sonra neyseki bir yer bulduk ve gezimize yaya olarak devam ettik.
Biraz acıkmış, biraz da yorulmuştuk. Bir cafenin önünden geçtik, sonra baktık bir süre daha oturacak bir yer yok geri döndük ve kahve molası verdik, hem biraz enerji toplamak hem de biraz dinlenmek gerekiyordu.
Mola verdiğimiz cafe, aslında Lonely Planet kitabının da bize önerdiği bir cafeymiş “Queijadas da Sapa”
1756 yılından beri faaliyette olan şirin küçük bir cafe. Dışarıdaki iki üç masada yer bulamazsanız, içeriye girin ve küçük gizli salonu bulun :)
Pencereden Ulusal Saray manzarasına bakarak kahvelerinizi yudumlayın. Yanında bir de küçük Portekiz usulü tatlı tartlarınızı yiyin mutlaka. Bu tartların yerel ismi “queijada“. Not almamışım ama yalnış hatırlamıyorsam kahveler 2,00 €, minik queijada’lar ise 0,85 € .
Kahve molasının ardından, “Ulusal Saray /Palacio Nacional de Sintra” ya doğru yürüdük. Günümüzde müze olarak ziyaretçilere açılmış olan Ulusal Saray, konik iki bacasıyla orijinal bir dış görünüme sahip.
Sintra’nın arka sokaklarında biraz dolaştık, hediyelik eşya mağazalarına girip çıktık.
Mantar’dan yapılan hediyelik eşyalarda sınır yok.. Çantalardan ayakkabılara kadar farklı ürünün mantardan yapılmış versiyonları bulunuyor. Ayrıca kartpostallar ve kitap ayraçları da mantardan yapılmış…
Portekiz’in meşhur vişne likörü olan “Ginjinha“yı da ilk kez tattık. Küçük çikolatadan shot bardaklarında ginjinha 1 € . Dükkandan elimiz boş çıkmadık, bir şişe likör bir de 10’lu çikolata shot bardağı 14 €.
Saat 18:00 olmuştu ve bizim saat 19:00’de Lizbon’da üç gece konaklayacağımız ev sahibi ile buluşmamız gerekiyordu. Yavaş yavaş dönüşe geçtik.
Sintra gezimizde “Pena Sarayı” nı uzaktan görebildik malesef :( Dağın tepesine oturtulmuş bu masalsı sarayı yakından görmeyi isterdim ama orayı da görelim, buraya da uğrayalım derken vaktimiz yetmedi. Sizinle birkaç resim paylaşayım da nasıl bir yer olduğunu görün :)
Lizbon
Sintra – Lizbon arası 30 km. Yaklaşık yarım saat sonra Lizbon merkezindeydik. Evimizi pocket guide’ın rehberliğinde çok kaybolmadan bulduk. Tepeler üzerine kurulu Lizbon’da dar sokaklar ve tek yönler sebebiyle aslında çok yakın olduğunuz bazı yerlere ulaşmanız tahmininizden fazla vakit alabilir benden söylemesi.
Evimizi bulduk, şans eseri çok yakında bir kapalı otopark vardı, arabayı da oraya bıraktık ve ev sahibimiz ile buluştuk.
Bu seyahatimizde ilk defa “airbnb” kullanarak bir yer seçtik konaklamak için. Otele göre oldukça hesaplı bir alternatif olan ev/oda kiralama seçeneğinden çok da memnun kaldık açıkcası. Arama yaparken ister bir evde oda, isterseniz de dairenin tamamını seçebiliyorsunuz. Biz de Lizbon merkezinde Chiadao’da Lago do Carmo meydanında bir ev bulduk ve 3 gece için toplam 192 € ödedik. Evimizi merak edenler tıklayın lütfen :)
Kaldığımız evin tek dezavantajı apartmanın girişinin kötü olmasıydı. Biraz bakımsız ve terkedilmiş görünümü var, ilk izlenim için biraz “nereye geldik ??” sorusunun aklınızdan geçmesine sebep. 4. kattaydık, ve minicik bir balkonumuz vardı ve harika bir Lizbon manzaramız :)
Evde kalma fikrini sevdik çünkü, otel odasına sıkışmak zorunda değildik, ister salon, ister mutfakta vakit geçirebilidik, kahvemizi yaptık, ekmeklerimizi kızarttık kahvaltıda. Çok merkezi bir noktada olduğumuz için çok rahat ettik, her yere yürüdük. Bundan sonraki seyahatlerimizde daha sık airbnb kullanacağımız kesin :)
Eve yerleşip biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için çıktık.
Yemek için Barrio Alto’ya çok yakın, “Restaurante Cabaças“ı seçtik. Bu restoran taşta pişen etleriyle ünlü.
Oldukça küçük ve lokal görünen restoranın kapasitesi yaklaşık 40 kişi. Çoğu 6 kişilik masalardan oluşuyor. İki – iki tanımadığınız diğer dört kişiyle aynı masayı paylaşmak zorunda kalmanız çok büyük bir olasılık.. Bizde böyle bir masada ortada oturan çift olduk :)
Menüye bir göz attıktan sonra başlangıçlardan küçük salata (7,50 €) ve yemek olarak chouriço 9 “picanha on the stone” (9,50 €) ve bira (3,50 €) söyledik. Kuverlerin bir kısmını geri gönderdik bu sefer, sadece ekmek ile yetindik, kişi başı 0,30 €.
Yemek gerçekten de harikaydı, ahşap bir tepsi içinde çok sıcak bir taş yanında üç ince dilim et, kristal tuz ve iki farklı sos geldi. Haydi bakalım herkes etini kendi pişirsin istediği kadar :) Bu noktada taşın üzerine ekmek ve soğan koyarak başladık :) Ne de olsa mangal seven Türkleriz :))
Taş o kadar sıcak ki, eti koyduğunuz an dumanlar yükselmeye başlıyor, mekanın ara sıra duman altı olması da bu yüzden..
Lizbon’daki ilk akşam yemeğimizden çok keyif aldık, herkese tavsiye ederim, güzel bir deneyim, güzel bir lezzet :)
Yemekten sonra Barrio Alto sokaklarını keşfe çıktık. Biraz turladık sokakları ve içeriden fado sesleri yükselen küçük fado club‘e oturduk.
Bu noktada yeri gelmişken biraz Fado’dan bahsetmek gerek. Fado, Portekiz halk müziği, bana göre Portekiz türküsü :)
Okyanusun kıyısında yer alan bir ülke olan Portekiz’de haliyle balıkçılar, kaşifler ve denizcilerin yoğun olduğu bir erkek nüfus var. Denize açılan sevgililer ve eşler ardından hasretle yakılan ağıtlar fado’nun temelini oluşturuyor, bu nedenle oldukça hüzünlü ve duygulu bir tarzı var.
Küçük biranın sadece 2 € olduğu, Rua da Atalaia’da yer alan bu sevimli barda tavana asılmış kuşlar çok güzel görünüyordu.
Sonradan garsondan öğrendik ki, dinlediğimiz fado sanatçısı “Joana Amendoeria“ aslında meşhur bir sanatçıymış, 7-8 tane albümü varmış. Büyük konserlerden ve kalabalıklardan sıkıldığı için arasıra bu küçük club’te sahne alıyormuş. Şansa bak, daha ilk akşamdan iyi bir fado’cu bulduk :)
İki gitarın eşlik ettiği Joana, bir şarkı sonra ara verdi. Fado söylenirken, herkes çok sessiz ve dikkatli ortam da oldukça loştu. Fado’nun bitmesiyle, ışıklar biraz açıldı, sohbet sesleri yükselmeye başladı.
Aranın ardından sahneye başka sanatçılar çıktı. O sırada Joana başka bir mekanda fado söylemeye gitmiş. Mekanda aynı zamanda cd’leri de satılıyordu.
Günün yorgunluğu ve uykusuzluk ağır basmaya başlayınca Joana’nın tekrar sahneye çıkmasını bekleyemeden evimizin yolunu tuttuk..
Lizbon’u gezmeye devam için sonraki sayfaya :)