Sabah evden çıkıp, Central Park’ın kuzey sınırı olan 110. sokaktan yürüdük ve işte Central Park’taydık. Central Park’ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilmek için burada birkaç sayısal bilgiyi paylaşmalıyım.
Manhattan’ın %6’sını oluşturuyor, 341 hektarlık bir alanı kaplıyor, 4 km uzunluğunda ve 800 m genişliğinde bir alanı kapsıyor yani yaklaşık 45 futbol sahası büyüklüğünde !!
Parkın içerisinde, 9,7 km bir yürüyüş ve bisiklet parkuru var.
1873 yılında açılan park, Amerika’nın en çok ziyaret edilen parkıymış, yıllık 35 milyon ziyaretçiden bahsediyoruz bu arada :)
Parkta düzenlenen turlar için gitmeden Central Park resmi sayfasının etkinlikler gözatmakta fayda var.
Pazar kahvaltısını Central Park’ta yapalım dedik ama parkın içindeki büfeler açık değildi malesef, biraz yürüdük sonra bir gün önce aldığımız Grayline otobüsüne binelim dedik, otobüs de gelmeyince bir türlü tekrar parkın içine girdik ve North Meadow Recreation Center’da bir büfe bulduk, kahve ve kruvasan eşliğindeki kahvaltımızı baseball maçı izleyerek yaptık.
Central Park’ta sıradan bir Pazar günüydü, bisiklet turu yapanlar, yürüyenler, koşanlar ve tabii ki sincaplar :)
Sonrasında parkın batı tarafına geçtik ve buradan Grayline otobüsüne binip, önce “Uptown” turu (mor hat) otobüsüne bindik, sonra da “Bronx” turu (mavi hat) otobüsüne geçtik.
Uptown turundan Bronx turuna geçilen noktada “Cathedral of St. John the Divine” katedrali yer alıyor.
Acaba içine girsek mi diye düşündüğümüz, otobüsün kalkmasına vakit olunca içine girmeye karar verdiğimiz, girince de tavandan asılı heykellerini çok orijinal bulup iyi ki görmüşüz bir katedral oldu.
Katedralin bahçesinde yer alan havuzun ortasındaki heykel de oldukça ilginçti..
Harlem’de yer alan Apollo Theatre’ı da gördük otobüs turunda. Geçmişi 1914’e kadar giden Apollo Theatre şehrin müzik hayatının önemli bir sembolü haline gelmiş.
1991’de de resmi olarak New York’un resmi olarak simgeleri arasındaki yerini almış.
Bir çok ünlü müzisyen Apollo Theratre’da düzenlenen amatörler gecesinde sahne alıp ünlenmiş. Bu ünlüler arasında olan isimlerden bazılar da şöyle: Jimi Hendrix, Billie Holiday, Mariah Carey, Stevie Wonder, The Jackson 5, James Brown, King Curtis ve Diana Ross.
Bronx turunun bir diğer önemli durağı “Yankee Stadyumu”ydu. Amerika deyince akla gelen spor beyzbol tabi ki de.
En önemli takımlardan biri olan New York Yankees’in stadyumunu tam da maça bir saat kala görmek de bizim şansımız oldu :) Kalabalık fanatik taraftar grupları içinde Beşiktaş forması ile gezen eşim, kartal sembolü yapmayı da ihmal etmedi :)
Gün içindeki bir sonraki etkinliğimiz ise, New York Street Art turuydu. Seyahat öncesi araştırmalarımızda ücretsiz daha doğrusu sabit bir ücreti olmayan “gönlünden ne koparsa” modeli bir street art turu bulmuştuk “freetoursbyfoot” sitesinden: “Bushwick Graffiti and Street Art Tour”.
Bu tur dışında bulduğum turlar genellikle kişibaşı 25 $ ücretliydi. Eğer meraklıysanız sizde diğer turların linklerini de paylaşayım, bir bakarsınız belki. Street Art Walk, Graff Tours, Saddle Shoe Tours. Bir de Street Art NYC isimli aplikasyon bulmuştum ama kullanmadım.
Saat 14:00’de Brooklyn’de başlayacak olan tura yetişmek bizim için oldukça zor oldu. Şehrin bir ucundan diğer ucuna bir iki metro aktarmasıyla yaklaşık 20 dk gecikme ile vardık. Neyseki grup, buluşma noktasından pek fazla uzaklaşmamıştı. Hemen gruba dahil olduk ve yaklaşık 2 saat süren bir tur yaptık.
Tur ilk önce graffitti ağırlıklı başladı, rehberimiz de sağolsun biraz fazla konuşkandı. Graffiti kısmından çok street art’lar ilgimizi çekiyordu. Özellikle ince espiriler barındıran sokak sanatları ise favorimizdi :)
Dolaştığımız sokaklar, Brooklyn’in kuzeyinde, Williansburg ile sınır oluşturan Bushwick bölgesindeydi. Bu bölge işçi sınıfının ağırlıklı olarak yaşadığı bir bölgeymiş. Ancak özellikle son yıllarda, sanatçıları çekmeye başlamış, bölgede sanat stüdyoları açılmış. Eski fabrikaların ve imalathanelerin bulunduğu binaların cepheleri de sokak sanatçılarını bu bölgeye çekmiş.
Bu noktada bölgedeki sokak sanatına en büyük katkıyı sağlayan “Bushwick Collective”den bahsetmek gerek. Doğma büyüme Bushwick’li olan Joseph Ficalora, şiddet ve suçun olduğu Bushwick sokaklarını, açık hava galerisine dönüşmesindeki en önemli kişi. Kendisi de sokak sanatçısı olan Joseph, dünyanın bir çok farklı yerinden sokak sanatçısını davet edip, bölgedeki duvarları sokak sanatıyla donatmasına aracılık etmiş. Bununla da kalmayıp, yapılan çalışmaların yasal izinlerini almak için de uğraşmış. Böylece belediye görevlileri gelip duvarları gri boyalarla boyayıp sokak sanatını yok edememişler.
Şimdi sizleri sevdiğim sokak sanatı fotoğraflarıyla başbaşa bırakıyorum..
Yaklaşık iki saatlik turun ardından, grup fotoğrafımızı da çekilip dağıldık. Yorgunluk ve sıcağında etkisiyle kendimizi şirin ve küçük “AP Cafe”ye attık, soğuk kahvelerimizi içerken yorgunluğumuzu attık :)
Bu arada Brooklyn sokaklarında dolaşırken yine Amerikan filmlerinden görmeye alışkın olduğumuz bir sahneyle karşılaştık: Patlayan bir itfaiye borusu :)
Molanın ardından metroya atlayıp “Brooklyn Bridge”in olduğu noktaya geldik. 1883 yılında açılan “Brooklyn Köprüsü” dünyanın ilk çelik asma köprüsü ünvanına sahip. Yaya, bisiklet ve araç trafiğine açık olan köprü inanılmaz bir simetriye sahip.
Köprünün Brooklyn tarafında bir de meşhur bir pizzacı var: “Grimaldi’s Pizza” Zaten önündeki sıradan anlayacaksınız nasıl popüler bir mekan olduğunu. Yolunuz düşerse, mutlaka pizza yiyin burada.
1991 yılından beri faal olan pizzacıyı meşhur yapan özelliği ise, pizzaların kömür ateşinde taş fırında pişiyor olması.
Oturabilmek için yaklaşık yarım saat sıra bekledik, sıradaki insanlara su ikramı var :) Şansımıza iki kişilik masalar daha çabuk boşalıyor ve sıra nispeten daha hızlı geldi.
Ama sakın ola sizde bizim gibi, sıra uzun daha çok bekleriz diye biriniz sıradan çıkıp etrafı gezmeye gitmeyin, “biz aslında iki kişiyiz, eşim birazdan geliyor dersiniz”, sözünüzü dinletemezsiniz, sıranız geçer. Gerçekten iki kişi olunca ciddiye alınırsınız.
Gelelim pizzalara..Pizzalar standart, küçük pizza 12 $, büyük pizza 14 $. Standartta taze mozerella, domates, fesleğen var, üzerine ilave malzemeler 2 $ civarı, salam gibi etli malzemeler ise 4$.
Alkol yok, kola vb. içecekler 3 $. Amerika ile ilgili bir detay, pet şişe kolalar 591 ml yani bize göre baya büyük. Zaten bu Amerikalalıların herşeyi büyük :) Yani çok açsanız, bir büyük pizza iki kişiye yeter de artar bile :)
Pizza ziyafetinden sonra, East River kıyısına yürüdük. Brooklyn Köprüsü ve Manhattan manzaralı Brooklyn parkında manzaranın tadını çıkardık.
Oldukça sevimli bir binada yer alan “Brooklyn Ice Cream Factory”den dondurma almadan geçmek olmazdı tabii ki de :)
Meyvalı dondurma pek tercih etmem ama şansıma sadece çilek ve şeftalili dondurma kalmıştı, fiyatlar da şöyle: 1 top 4 $, 2 top 6 $, 3 top 7 $.
Brooklyn Köprüsü’nden yürüyerek Manhattan’a geçmeye gelmişti sıra. Köprünün çelik halatları ve kusursuz simetrisine hayran kalarak yürüdük.
Havanın kararmaya başlamasıyla Manhattan siluetini oluşturan binaların ışıklarıda yanınca, manzaramız daha da güzel oldu :)
Manhattan’a geçtikten sonra sıra New York’un bir başka sembolüne gelmişti: Empire State Binası Sabah 8’den gece 2’ye kadar açık olan binanın seyir terası, iki ayrı kademeden oluşuyor.
Ana teras 86. katta, üst teras ise 102. katta yer alıyor. Ana terasa çıkış normal bilet ile 29 $ ekspres bilet ile 50 $, üst terasa çıkış ise normal bilet 46 $, ekspres bilet 67 $.
Seyahat öncesi bir dizi araştırma sonrası üst terasa çıkmanın o kadar da gerekli olmadığına karar vermiştik. Bunun yerine ekspres bilet almanın uzun sıraları geride bırakmak için daha mantıklı olduğuna karar vermiştik. Aslında vakit satın almak anlamına geliyor bu durum. Ekspres bilet alarak, yaklaşık 1,5 saat kazanmış olduk.
Asansörden indikten sonra dağıtılan sesli rehberlerden almadan geçmeyin. Seyir terasına çıkınca manzaraya takılan, New York’un sembolleri olmuş binalar hakkında ilginç detayları dinleyerek öğrenebilirsiniz böylece :)
Hava kararmış olduğu için New York’u gece ışıl ışıl görmek kısmet oldu bize. Gerçekten de manzara çok güzeldi.
Zamanı ayarlamak zor ama tepesine çıkılan diğer tüm binalar gibi buraya da akşam üzeri çıkıp şehri hem gündüz hem de gece görmek her yerde tavsiye edildiği gibi, iyi fikir olabilir.
Empire State binasında ekspres biletimiz olmasına ve hiç sıra beklememize rağmen yaklaşık 1,5 saat harcamışız.
Empire State’ten sonra geceyi “Blue Note Jazz Club”te noktalamaya karar verince bir taksiye atladık hemen. New York denince insanın aklına jazz klüpler geliyor ister istemez. Bizim de New York’ta yapmak istediklerimizden biri de bir Jazz Club’a gitmekti.
Dünyanın önde gelen caz kulüplerinden biri olan Blue Note Jazz Club, 1981 yılında kurulmuş ve bulunduğu Greenwich Village bölgesindeki kültürel kurumlardan biri haline gelmiş.
Blue Note Jazz Club’e giriş ücretli, eğer barda oturmak isterseniz giriş 20 $, masa isterseniz ise 35 $. Biz barı tercih ettik ve canlı jazz eşliğinde biralarımızı yudumladık. Günün yorgunluğu üzerimize çökünce, taksiye atladık ve eve döndük.
New York’ta üçüncü gün için bir sonraki sayfaya lütfen :)