Pazartesi günü ilk durağımız, meşhur tren istasyonu Grand Central Terminal’di. Evden metroya yürüyüp, terminale ulaştık.
Burayı sadece tren istasyonu olarak tanımlamak haksızlık olur. Çünkü içinde yer alan mağazalar ve yeme-içme alternatifleri ve düzenlenen etkinlikler ile bir tren istasyonundan çok daha fazlası Grand Central Terminal.
Ana meydanı mimari olarak oldukça etkileyici. Bu meydana bakan Apple Mağazası bir üst katta yer alıyor ve meydanın fotoğrafını çekmek için ideal bir nokta bence. Gitmişken bir kaç ürüne göz atmadan çıkmak olmaz tabii ki :)
Bu tarihi tren istasyonunda bir de Market kısmı var ki burası da çok güzel dizayn edilmiş. Yanyana küçük dükkanlar, pastaneden, balıkçıya, peynirciden kasaba herşey var :)
Bu bölgede mutlaka bahsetmem gereken bir bina daha var, o da “Chrysler Binası”. Adını daha önce duyduğumuz, televizyonda da gördüğümüz bir bina. Art deco tarzındaki mimarisi ile zaten akılda kalıcı bir görselliğe sahip. Belki de New York’taki en güzel binalardan biri.
1930 yılında faaliyete geçen bina, Empire State Binası’nın açılışına kadar geçen 11 ay boyunca dünyanın en yüksek binası ünvanına sahip olmuş. Bence binayla ilgili bir diğer ilginç detay, dış cephede kullanılan bazı süslemelerin o dönemdeki Chrysler marka otomobillerinden kullanılan bazı dekoratif öğeler ile aynı olması.
Gezimizin bir sonraki durağı 1911 yılından beri hizmet veren New York Public Library. New York Halk Kütüphanesi, Manhattan’ın sembollerinden bir diğeri.
Görkemli bir girişe sahip olan binanın içi de oldukça güzel.
Kütüphane içinde yer alan Rose Main Reading Room / Rose Ana Okuma Odası filmlerden görmeye alışkın olduğumuz yerlerden biri. Futbol sahasının uzunluğuna sahip okuma odası, 636 kişi kapasitesli oturma ve çalışma alanına sahipmiş. Bizim gezdiğimiz sırada malesef bazı güvenlik tedbirleri sebebiyle bu oda kapalıydı ve göremedik :( Ama nasıl bir yerdi diye sorarsanız, işte böyleymiş…
Kütüphanenin hediyelik eşya dükkanı da New York ile ilgili güzel ve uygun fiyatlı hediyelik eşya alternatifleri sunuyor. Mutkala uğrayın bence :)
Kütüphane gezimizden sonra, biraz dinlenmek için, kütüphanenin hemen arkasında yer alan ve kütüphane arşivlerinin üzerine kurulmuş olan Bryant Park ’a geçtik.
Bu park, New York’ta en sevdiğim parklardan biri oldu. Neden sevdiğime gelince.. Park içinde sayısız masa sandalye var, insanlar ellerinde sandviçeleri ve kahveleriyle diledikleri gibi oturabiliyorlar.
Parkın bir kısmı “okuma köşesi” olarak düzenlenmiş. Kitaplar, dergiler, gazeteler var. Hatta çoçuklar için ayrı bir kısım dahi var. Park içinde bir bölümde masa tenisi, satranç köşeleri ve hatta carusel bile var. Parkın ortasındaki büyük yeşil alan yazları konserlere ev sahipliği yaparken, kışları da bir buz pateni pistine dönüşüyormuş..
Bu kadar güzel bir park nasıl oluyormuş diye merak ettim ve biraz araştırdım. Çok da uzatmadan birkaç cümleyle özetlemek isterim. Yaklaşık 39 dönümlük alanı kaplayan park, kar amacı gütmeyen, Bryant Park Corporation isimli, özel bir işletme tarafından yönetiliyormuş. Park içerisinde yer alan işletmeler ve parkta düzenlenen etkinlikler de gelir kaynağı olarak kullanılıyormuş. Vallaha bravo :)
Manhattan’ın gökdelenleri arasındaki sokaklarda, Bryant Park’tan sonraki durağımız “Rockefeller Center”a doğru zaman zaman yüzümüzü göğe çevirerek yürüdük.
Gökyüzünün mavisine karışan binalar, özellikle dörtyol kavşaklarında güzel kareler sundu bana :)
89 dönüm üzerinde, 19 binadan oluşan Rockefeller Center kompleksi, 1987 yılından beri Ulusal Tarihi Simge’ler listesindeymiş. Amerika’nın ilk karma kullanımlı kompleksi ünvanına da sahip. Alışveriş, eğlence ve ofis binalarından oluşan merkezde meydanlar da oldukça güzel.
Binanın tepesinde yer alan “Top of the Rock” Seyir Terası Manhattan’a yukardan bakmak isteyenlerin Empire States binası dışındaki alternatifi.
Atlas heykeli, Prometheus heykeli gibi heykellerin de yer aldığı bayraklarla süslü ana meydanda bir de çiçeklerden heykel vardı.
Rockefeller Center sonrası Times Meydanı’nı bir de gündüz gözüyle görelim dedik ve meydana yürüdük. Elbette gece daha güzel ama gündüz de hiç fena değil :)
Sırada “Greenwich Village” bölgesi ve sonrasında “Meatpacking District” bölgesi var.
Yerel halk tarafından “village” yani köy olarak da adlandırılan Greenwich Village, sanatçıların cenneti ve bohem hayatın başkenti olarak da biliniyor. Ayrıca New York Üniversitesi’nin kampüsü de burada yer alıyor.
Her ne kadar yükselen fiyatlar sonucunda, sanatçıların bölgeden taşınmasıyla, bohem günlerin geride kaldığı herkes tarafından bilinsede, günümüzde Greenwich Village önemini korumaya devam ediyor.
Haritayı elimizden bırakıp sokaklarda yürürken kendimizi Soho’da bulduk. Böyle olunca da bir amaca yöneldik, zaten yediğimiz hotdogları çoktan sindirmiş olmalıyız ki, hafiften bir açlık hissi de gelmişti. Hedefimiz: “Eileen’s Special Cheesecake”
Gitmeden önce aldığımız tavsiyelerden biriydi bu meşhur cheesecake dükkanı, 1975 yılından beri sadece ve aklınıza gelebilecekher çeşit cheesecake yapıyorlarmış.
Minicik bir dükkan ve sanırım çok uzun yıllardır hiç tadilat görmemiş. Vitrinden seçtik yabanmersinli cheesecake’imizi, yanında kahvelerimizi de yudumlayarak dinlendik biraz. Gerçekten de lezzetliydi :) Tek kişilik cheesecake’ler 3,5 $.
Cheesecake molasından biraz daha ara sokaklarda dolandık ve yeni hedefimiz “Meatpacking District”e gitmek için taksiye atladık. İlerleyen satırlarda detaylarını anlatacağım “High Line” nın başladığı noktada indik.
Her ne kadar cheesecake ile açlığımızı bastırmış olsak da şöyle adam akıllı oturup bir yemek yememiştik. Bu noktada oldukçe keyifli ve davetkar görünen “The Standart Grill” in bahçesine oturduk.
Menümüzde “standart ranch burger” (16 $) ve “new york strip” (32 $) vardı, soğuk bira (7 $) Yeşillikler içindeki bahçede keyifli bir yemek oldu.
High Line’a çıkmadan önce bir de “Chelsea Market”i görelim dedik. Bence siz de mutlaka görmelisiniz burayı. Chelsea Market, şu an mağazaları, yeme içme alanları, ofis alanları ve televizyon stüdyoları ile aslında bir dönüşüm projesi. Meşhur Oreo bisküvilerinin üretildiği, National Biscuit Company’e ait bir bisküvi fabrikasından bugünkü haline dönüştürülmüş bir bina.
Chelsea Market içinde gezerken zaten eski bir fabrika içerisinde olduğunuzu hissedeceksiniz., dekorasyonda fabrika ile ilgili detayları göreceksiniz.
Çok güzel restoranlar var, bize keşke aç olsaydık dedirten. Hele bir kurabiye dükkanı vardı ki, bir kaç resim paylaşmadan geçemeyeceğim :)
Madem karnımız tok yemek yiyemedik, “l’arte del gelato” dan da bir İtalyan dondurması almadan da geçmek olmaz değil mi? coppetta piccola/minik külah 4,90 $.
Chelsea Market’i de gezdiğimize göre sıra, “The High Line”da. High Line, yerden yüksekte yer alan ve artık kullanılmayan bir demiryolu hattının bir parke dönüştürülmesiyle oluşturulmuş çok keyifli bir yer.
Geçmişi 1930’lu yıllara kadar giden demiryolu hattı, bölgedeki depolara direkt bağlantıyla hizmet veriyormuş. Ancak değişen koşullar ve demiryolu taşımacılığının yerini kara taşımacılığına bırakmasıyla 1970’li yıllarda bu demiryolu da işlevini kaybetmeye başlamış.
1999 yılında kurulan “Friends of Highline” yani High Line’nın arkadaşları’’ isimli sivil toplum kuruluşu, topladığı bağışlar ve belediyeden aldığı destekle, High Line’ın çok keyifli 2,3 km uzunluğunda lineer bir park haline getirmiş. İlk etabı 2009 yılında açılan projenin üçüncü ve son etabı da 2014’te ziyaretçilere açılmış.
Parkta gezerken demiryollarını görmek mümkün, güzel bir peyzaj, orijinal şehir mobilyaları ile harika bir park çıkmış ortaya.
Dilerseniz biraz uzanıp güneşin keyfini çıkarabilirsiniz.
Eğer yorulursanız ve ayaklarınızı suyla dinlendirmek isterseniz, parkın bir kısmında suların içinde yayan yürüyebilirsiniz.
Yorulursanız, bir kahve veya bir sandviçe ihtiyacınız olursa, park üzerinde yer alan büfelerden birşeyler alabilirsiniz.
High Line’da yürürken New York’un sembollerinden Empire States binasına başka bir perspektiften bakma şansınız da olacak :)
Yol seyiyesinden yukarıda olduğunuz için ara ara caddeye inen merdivenler ve asansörler de düşünülmüş. Biz de 23. sokağın olduğu noktadan High Line’dan indik ve 23. sokaktan dümdüz devam ederek, bir diğer simge yapı “Flatiron Binası”na doğru yol aldık yürüyerek.
20 katlı Flatiron Binası, 1902 yılında tamamlanmış ve 1909 yılına kadar dünyanın en yüksek binası ünvanını taşımış.. Dönemin ilk gökdelenlerinden olan üçgen bir şekle sahip bina, 1966 yılında New York’un simgesi seçilmiş, 1979 yılında ise Ulusal Tarihi Yapılar listesindeki yerini almış. Bina ayrıca ilk kez çelik konstruksiyon ile inşa edilen bina ünvanına da sahip.
Oldukça estetik bir görüntüye sahip ama üçgenin dar açılı köşesi kullanım açısından verimsizdir diye tahmin ediyorum.
Eğer yorulduysanız, binanın tam karşısında, yer alan Madison Square Park’ta dinlenebilirsiniz.
Biz de ufak bir yorgunluk molasının ardından, Brodway Caddesi’nden yürüyüşümüze devam ettik ve Greenley Square Park’ın içinden geçtik.
Bu parkın içinde kurulmuş yeme içme standlarından biri de Türk mutfağından ürünler satıyordu :)
Yürüyüşümüzü Times meydanında noktaladık çünkü akşam bir Brodway şovu izleyecektik. New York’a gelip, o kadar Brodway şovundan birini izlemeden dönmek ayıp olurdu zaten. Bizim seçtiğimiz şov ise “Rock of Ages”dı.
Şimdi New York’ta Brodway şovu izlemek için yapılması gereken adımları sıralayalım :) Aynı anda sahnelenen onlarca şov var. Her şovun sahnelendiği kendi tiyatrosu var. Hepsi de birbirine çok yakın Times meydanına da çok yakın “Theatre District / Tiyatro Semti”nde.
Hangi şova gideceğinize karar verirken benim faydalandığım bir websitesine bakabilirsiniz. Bu web sitesinde en popüler şov The Lion King, bizim seçtiğimiz Rock of Ages ise 17. sıradaydı.
Malesef Brodway şovları pahalı. Nasıl ucuza getirebiliriz diye çok araştırdım, ve gonyc sitesinde bu konuda yazılmış bir yazı buldum, okumanızı tavsiye ederim.
Biletimizi online olarak “Gonyc” sitesinin yönlendirdiği “Brodway Offers” sitesinden aldık. Balkonda yer alan, 2. sıradaki iki koltuk için 178 usd ödedik, yani kişi başı 89 $. Aynı bilet müzikalin yönlendirdiği web sitesi olan “Telecharge” da daha pahalıydı, iki kişi için 215 $. Yani neredeyse %21 indirimli almıştık.
Bu site güvenli mi diye merak edenler için yazayım, hiç sorun da yaşamadık, tiyatroya gitmeden önce mutlaka biletlerin çıktısını alın, çünkü gişede basılamıyor ve telefondan bilet onayını göstermeniz yeterli olmuyor.
Ucuza bilet almanın bir diğer yolu, Times meydanındaki “TKTS Booth”. Aynı gün sergilenen şovların %50’ye varan indirimli biletleri satılıyor. Ancak tabii ki gün içinde gişeye uğramak, hangi şova bilet var diye araştırmak gerek. Kısıtlı zamana sahip olduğumuzdan işi şansa bırakmadık ve gitmeden aldık biletlerimizi.
Rock of Ages, “Helen Hayes Tiyatrosu”nda sahneleniyordu. Yaklaşık 600 kişi kapasiteli tiyatronun geçmişi 1912 yılına kadar gidiyormuş. Gösteri sırasında yeme-içmenin serbest olması da benim için enterasan bir detaydı.
Balkondaki yerimiz oldukça güzeldi, tüm sahneye hakimdik, bu arada tüm salon doluydu. Gösterinin konusu, 1980’li yıllarda meşhur olmaya çalışan iki gencin aşk hikayesi. Araya serpiştirilmiş efsanevi rock şarkılarıyla oldukça hareketli ve eğlenceli bir müzikaldi.
Çıkışta biraz acıkmış olduğumuzu hissettik hem bir şeyler atıştırmak, hem de rocknroll ruhuna devam etmek için Times Meydanı’ndaki “Hard Rock Cafe”de oturmaya karar verdik. Bir tane atıştırmalık “nachopalooza” (11,95 $) bir de ana yemek olarak “Cowboy Ribeye Steak” (34,95 $) söyledik, yanına da fıçı bira – bardak dahil (12,99 $). Porsiyonlar o kadar büyüktü ki bitiremedik. Böylece geceyi Hard Rock Cafe’de noktaladık, hatıra bardaklarımızı çıkışta aldıp evin yolunu tuttuk :)