2014 yılının 1 Mayıs’ı perşembeye gelir de biz bir gün izin alıp 4 günlük bir plan yapmaz mıyız?
Tabii ki yaptık :)
Bu sefer rotamız Portekiz… Yazının Devamı…
2014 yılının 1 Mayıs’ı perşembeye gelir de biz bir gün izin alıp 4 günlük bir plan yapmaz mıyız?
Tabii ki yaptık :)
Bu sefer rotamız Portekiz… Yazının Devamı…
Lizbon’a veda edeceğimiz son günümüzde şehirde yarım günlük bir vaktimiz vardı, uçağımız saat 15:45’teydi. Sabah 8:00 gibi kalkıp eşyalarımızı toparladık. Kahve ve kızarmış ekmek, tereyağ ve peynirden oluşan kahvaltımızı yaptık ve 9:00 civarında evden çıktık.
Barrio Alto’daki bir önceki gece dolup taşan sokaklardan geçtik. Yerlerde sayısız plastik bardak ve çöpçülerden başka kimsenin olmadığı bu sokaklarda bir önceki geceki kalabalıktan eser yoktu.
Bir önceki gün street art turunda görmediğimiz bir street art gördük sokaklarda dolaşırken…
28 nolu tramvay turu ve street art turu sırasında geçtiğimiz “Elevador da Bica“; sarı tarmvayın feniküler mantığında işleyen ve yokuşları çıkan versiyonu.
1892 yılından bugüne hizmet veren bu ulaşım aracına biniş ücreti diğer tramvaylar gibi 3,60 €. Bu dar sokağın güzelliği arkada görünen Tejo nehri ve sarı tramvayla daha da artmış, fotoğraf çekmeden geçmek imkansız.
Tramvay yolundan biraz aşağıya doğru yürüyerek bir başka manzara noktası olan “Miradouro de Santa Catarina“ya ulaştık. Bu manzara noktasından Tejo nehri, 25 Nisan Köprüsü ve İsa Heykeli’nin yer aldığı kareler çekebilirsiniz.
Günlerden pazar, saat ise sabah 10:00 olunca bizim gibi birkaç erkenci turist ve evsizlerden başka kimse yoktu bu manzara noktasında.
Santa Catarina manzara noktasından bahsederken burada yer alan “Eczacılık Müzesi”nden de bahsetmek gerek sanırım. Daha doğrusu eczacılık müzesinin cafesinden.. Saat 13:00 de açıldığı için her ne kadar bizzat gidip denememiş olsak da konsept olarak beyaz önlüklü garsonlar, ilaç kutusunda yapılan ikramlar… Yolunuz düşerse uğrayın, deneyin ilginç olabilir :)
Son şehir turumuza Rossio meydanına doğru yürüyerek devam ettik, Rossio’dan sonra ise Alfama’ya devam ettik arka sokaklardan. Mola için “Portas do Sol”deki büfede manzaraya karşı oturduk. Portakal suyu 2,60 €, limonata 2,00 €, kahve 1,10 €.
Bu civarda yer alan hediyelik eşyacılara girip çıktık, yeri gelmişken hediyelik eşya fiyatları hakkında da bilgi vereyim. Magnetler 2-2,5 €, küreler 7-8 €, shut bardakları 3-4 €
Molanın ardından, yavaş yavaş Lizbon’daki evimize dönme vaktimiz gelmişti. Saat 12:00’de evden ayrılmamız gerekiyordu. Eve gidiş yolu aynı zamanda tramvay yoluydu, kendimize hediyelik olarak tramvay rayında ezilmiş bozuk paralar yaptık :)
Lizbon’daki sabah turumuzda sokaklarda gezerken yine çok güzel cepheler, desen desen seramikler gördük.. İşte bazıları…
Saat 12:30 civarında Lizbon’daki evimize veda ederek sırtımızda çantalarımız yola çıktık. Havalimanına gitmeden önce Baxia-Chiada istasyonunun hemen karşısında yer alan “A Brasileria“nın dışarıda yer alan masalarına oturduk. Bu cafe oldukça eski bir tarihe sahip cafenin dışarıda yer alan masalarının birisi de bir heykele ev sahipliği yapıyor. Bu bronz masada oturan bronz heykel, Fernando Pessoa isimli ünlü bir şairmiş ve şair cafenin müdavimlerindenmiş.
Bir masaya oturduk oturmasına ama garsonun menüyü getirmesi bile 15 dakika sürünce vazgeçtik ve kalktık. Bu arada menüyle ilgili bir detayı da paylaşmak isterim. Menüdeki her ürünün üç farklı fiyatı var: ayakta yeme/içme fiyatı, içeride masada oturma fiyatı, dışarıda terasta oturma fiyatı. Örneğin soğuk içeceklerin (cola, fanta, su vs) fiyatı mekana göre sırasıyla 1,30 €, 1,80 €, 3,00 €.
A Brasileria’dan kalkınca, hemen yakında ve daha önce birkaç kez önünden geçtiğimiz “Vitaminas Garret” isimli sandviç ve salatacıya girdik. Bir salata ve bir sandviç yedik, bu yemekçinin konseptini de oldukça beğendik.
Havaalanına gidiş için en pratik yol metroyu kullanmaktı. Baxio-Chiado durağından yeşil hatta bindik, Alameda istasyonundan kırmızı hatta geçtik. Böylece merkezden direkt havalimanına yaklaşık yarım saatte ulaştık. Tek yön metro bileti kişi başı 1,80 €.
Valizleri bırakıp biniş kartlarını aldığımız sırada öğrendik ki uçağımızda 40 dk rötar varmış. Free shop kısmında gezinmeye karar verdik.
Lizbon havalimanındaki sistem Türkiye’dekinden ya da gördüğümüz başka ülkelerdeki sistemden biraz farklıydı. Güvenlik kontrolünden geçtikten sonra free shopların olduğu kısma geçmiştik. Bu noktada insanın kafası karışıyor, pasaport kontrolünden geçmeden free shop alanına geçiş yapınca… Bir görevliye sorduk, pasaport kontrolü sonrası da mağazalar varmış ancak sayı ve çeşit sınırlıymış. Pasaport kontrolü kısmında da hiç sıra olmadığını görünce birkaç mağaza dolaştık, birşeyler aldık, bir kahve içtik derken uçak saatimiz geldi. 4 güzel gün geçirdiğimiz bu seramik kaplı şehre güzel anılar ile veda ederek yurda döndük…
Son olarak seyahatin toplam maliyeti ile ilgili bilgi vereyim; 4 günlük bu tatil bize toplam 1.700 €’ya maloldu. En maliyetli kalem malesef uçak bileti 850 €; THY ile uçtuk ve mil vs. kullanmadan aldık. Konaklama 190 €, araba ve motor kiralama 120 €, 540 € ise diğer harcamalar (yeme-içme, hediyelikler vs vs.)
Cuma günü için planımız, arabayı teslim etmek, sonrasında scooter kiralamak ve şehrin merkeze uzak kesimlerini scooter ile gezmekti.
Arabayı bir gün önce bıraktığımız kapalı otoparktan sabah aldık ve toplam 26,20 € ödedik !! Karşılaştırma için eve gecelik kişibaşı 32 € ödediğimizi belitmek isterim.. Aklınızda olsun, şehir merkezindeki kapalı otoparklar oldukça pahalı.
Avis’in şehir merkezindeki “Mondial Hotel“in altında yer alan ofisinin önüne arabayla gidebilmek için turladık aynı yolları bir kaç kez :( Sonunda Avis’e vardık, ama arabayı alırken ne kadar sıra beklediysek, bir o kadar sıra da teslim edebilmek için bekledik malesef. Allahım tüm kiralama ofisleri mi yavaş çalışır, hepsinde mi sıra olur.. Herhalde yarım saati geçti teslim işlemi..
Martim Moniz meydanından, Rossio meydanına geçtik, oradan da Rua Agusto’dan yürüyerek scooter kiralayacağımız “Scooter Solution“a geldik. Tabii ki scooter kiralamak da öyle kolay değildi, tek bir görevli, önümüzde sırada birkaç kişi.. Artık kaderimize gülüyoruz, bekleyeceğiz mecbur yapacak birşey yok :)
Dükkanın logosunu çok sevdim ilerde bir gün scooter dükkanı açarsam, logosu hazır ;) Günlük 25 €’ya kiraladığımız scooter’ımızı aldığımızda saat 11:00 olmuştu.
İlk önce şehrin batısındaki sahilde yer alan “Belem” semtini gezmeye karar verdik.
Eski zamanlarda keşif seferlerinin denize açıldığı bölge olan Belem’de günümüzde, geniş parklar, meydanlar ve müzeler var. Belem’i gezmeye başlamadan önce bir iki büsküvi ile geçiştirdiğimiz kahvaltımızı yapmak için Belem’in meşhur pastanesi “Pasteis de Belem“e oturduk.
Şimdi kısaca bu pastanenin hikayesini anlatayım: 19. yy başlarında Jeronimos Manastırı’nın hemen yanında şeker kamışı fabrikası varmış. 1820’deki liberal devrim ile Portekiz’deki tüm manastırların kapatılmasına karar verilmiş ve 1834’te bu manastır da kapatılmış, tüm dinadamları ve çalışanlar işsiz kalmış. Bu sırada işsiz kalan dinadamlarından birisi bu tatlıları yapmaya başlamış, tarif ve lezzet hızlıca ünlenmiş, 1837’den bu zamana kadar da gizli tutulan tarif ile geleneksel yöntemlerle üretim devam ediyormuş.
Belem’e gelince Pasteis de Belem’de oturmak ve bu tatlı tartlardan yememek olmaz. Dışarıdaki kalabalık ve uzun sıra sizi yanlıtmasın, bekleyenler paket yaptırmak isteyenler. İçeriye girip birbiri ardına açılan odalar ve salonlarda oturabilirsiniz, hatta mutlaka oturun :)
İçerinin dekorasyonu da çok sevimli bence, mavi beyaz desenli seramikler, seramik tablolar, zaten çok severim, bu sebeple burayı da çok sevdim :)
Kahve 1,50 €, minik Belem tatlısı 1,05 €.
Gelelim tartın lezzetine, dışı milföy hamuru, içi koyu bir muhallebi kıvamında, üzeri de kazandibi gibi. Lezzet güzel, ama harika ya da muhteşem değil, olsa yerim, yoksa aramam :)
Tatlı ve kahve molasının ardından sıra ilk önce “Jeronimos Manastırı“nda, sonrasında ise “Belem Kulesi /Torre de Belem“ndeydi.
Bu iki yapı da UNESCO Dünya Mirası listesinde. “Jeronimos Manastırı” çok görkemli bir bina. Ünlü kaşif Vasco da Gama’nın Hindistan deniz yolunu keşfi şeferine yaptırılan manastırın dış cephesindeki taş işçiliği görülmeye değer. 1501 yılında inşaa edilmeye başlanmış ve inşaatı toplam 70 yıl sürmüş. İçine girmedik manastırın, uzun bir sıra vardı. Zaten bir süredir kilise ve manastırlara dış cepheden bakmak yetiyor bize..
“Belem Kulesi” ise çok yüksek bir kule olmamasına rağmen, denizin içinde gibi, daha doğrusu nehrin içinde :) 1515 yılında inşa edilmiş olan ve satranç kalesi görünümündeki kule, keşifler çağını temsil ediyormuş. Kulenin içi gezilebiliyor, bence gezmeye gerek yok, biz gezmedik.
Sırada ise “Keşifler Anıtı / Padrao dos Descobrimentos” var. Bu anıt, 52 m yüksekliğinde ve gemiye benzer bir şekle sahip. Portekiz Prenslerinden biri olan “Gemici Henry / Henry the Navigator”nin 500. ölüm yıldönümünde 1960 yılında dikilmiş bu anıt.
Gemici Henry keşif amaçlı denize hiç açılmamış olsa da kaşiflere ve denizcilere büyük destek sağladığı için çok önemli bir şahsiyet.
Keşifler Anıtı’nı da gördükten sonra yavaş yavaş Belem’den ayrılmaya karar verdik. Vaktiniz olursa ve ilginizi çekerse, Belem’de yer alan “Museu Colecçao Berardo” yu gezebilirsiniz. Bu müze, Portekiz’in en büyük sanat kolleksiyonerlerinden Jose Berardo tarafından kurulmuş, içeride Picasso’dan Warhol’a, Miro’dan Lichtenstein’a kadar ünlü sanatçıların eserleri var ve giriş ücretsiz, aklınızda bulunsun..
Belem’den ayrıldıktan sonra 25 Nisan Köprüsü’nün ayağında, eski depoların cafe ve restoranlara dönüştürüldüğü ve bir de yat limanının yer aldığı “Doca de Santo Amaro“ya uğradık.
Tejo Nehri, 25 Nisan Köprüsü ve karşı kıyıda İsa heykeli manzarası ile yanyana restoranların sıralandığı limanı çok beğendik ve öğle yemeğini burada yemeğe karar verdik.
Restoranımızın adı “Tertulia de Tejo“. Menümüzde karışık salata (4,50 €), kızarmış morina balığı (15,95 €) ve karides (16,90 €) vardı. İçecekler ise küçük su (1,80 €) ve bira (2,60 €), kuver olarak zeytin, peynir, ekmek (7,20 €)
Genel olarak mekandan ve ortamdan çok memnun kaldık, keyifli bir mola ve yemek oldu bizim için, limana sıfır kenar bir masa bulursanız, kalan ekmeklerle balıkları da besleyebilirsiniz..
Yeri gelmişken, “25 Nisan Köprüsü/ Ponte 25 de Abril“nden ve İsa Heykeli‘nden bahsedeyim, San Francisco’daki Golden Gate Köprüsü’ne benzerliği ile bilinen 25 Nisan Köprüsü’nün ismi, 1974’teki devrime kadar Salazar Köprüsü‘ymüş. Devrimden sonra köprünün ismi, Salazar rejiminin devrildiği tarih olan 25 Nisan olarak değiştirilmiş. 1966 yılında yapılmış olan bu köprünün iki katlı olması ve alt katından tren geçiyor olması, bizim Boğaz köprüleri niye böyle değil sorusunu akıllara getiriyor.
Yemekten sonra, birkaç farklı yerde okuyup merak ettiğim LX Factory ye gidelim dedik. LX Factory Lizbon’un yaratıcı nabzının attığı merkez olarak tanımlanıyordu. 19. yy tekstil fabrikasından dönüştürülen atölyeler, sanat stüdyoları, galeriler ve tasarım mağazalarının yer aldığı bir yer olarak anlatılmıştı. 25 Nisan Köprüsü’ne de yakın olduğu için bir görelim burayı da dedik.
İtiraf etmeliyim ki Lizbon’da en çok arayıp, en zor bulduğumuz yerdir LX Factory. Burayı bulmaya çalışırken bir de polis maceramız oldu. Motorla giderken arkamızdan gelen bir siren sesiyle Allaallah polis bize mi siren çalıyor, sağa çekelim bari dedik ve durduk.
Polis bizi niye durdurmuş biliyor musunuz? Eşimin kaskının altındaki bağcık açıkmış !! Nasıl böyle motor kullanabilirmişiz ??? Bize ceza kesmek zorundaymış polis !! Motorun evraklarını istedi, ehliyet pasaport istedi verdik bizde. Sonra kalın bir kitap çıkardı, aradı buldu, kaskın bağcığını bağlamamanın cezası 120 €’ymuş.
İnsanın o an aklından Türkiye’deki kasksız motor sürücüleri, kaskı koluna geçirip süren sürücüler ha bi de kaskı şapka gibi takanlar geçiyor.. Polise biraz dil döktü eşim; yapma etme, ne cezası, bizde o kadar para yok, 30 € var bunu versek falan.. Bir bakıma rüşvet teklif ettik de sayılabilir belki :) Yok dedi polis, olmaz. Pasaport ve ehliyet bizde kalsın, pazartesi parayı getirir evraklarını alırsın merkezden. Biz dedik yarın dönüyoruz, uçağımız var, yapma etme vs vs. Neden sonra ikna oldu polis, evraklarımızı verdi de rahat bir nefes aldık, ter içinde kalmamız da cabası :) Bu olaydan çıkan sonuçlar:
Bu macera sonrası bulduk LX Factory’i de hiç de hayal ettiğim gibi bir yer çıkmadı açıkcası. Bir iki mobilya ve aksesuar mağazasına girip çıktık. Sonra da yolumuza devam ettik.
LX Factory hayal kırıklığı sonrası şehir merkezindeki “Ticaret Meydanı / Praça do Comercio“ya uğradık. Bu meydan trafiğe kapalı Rua Agusta Caddesi’nin Tejo nehri ile buluştuğu nokta. Adeta şehre giriş kapısı gibi görünen zafer takı ve 18. yy’dan kalan sıra sıra kemerler meydanı çevreliyor.
Meydanın ortasında Dom Jose I’in bir heykeli yer alıyor, koca meydanda gölge olabilen tek yer heykeli çevreleyen merdivenler :)
Tavsiyem, meydan gezisini sabah erken ya da akşamüstü yapın, gerçekten çok sıcak oluyor. Fotoğrafı bile yamuk çekmişim sıcaktan :p
Ticaret Meydanı’ndan sonra ise şehrin doğusunda yer alan “Parque das Naçoes“i ve Avrupa’nın en uzun köprüsü olan “Vasco da Gama Köprüsü“nü görelim dedik.
Akvaryumu gezmeseniz bile etrafında dolaşın, çok güzel peyzaj ve su oyunları var, altından geçilebilen şelale de bunlardan biri, serinlemek isteyenler için ideal :)
Gelelim “Vasco da Gama Köprüsü“ne.. 17,2 km uzunluğa sahip köprü, Expo zamanı yapılmış. Yer yer gemilerin geçişi için karaya yakın kısımlarında geniş açıklıklar var, köprünün orta kısımları ise nehir seyiyesine daha yakın.. Köprünün hemen yanında güzel ve keyifle vakit geçiren Lizbon’luların yer aldığı parklar var.
Motorsikletin verdiği keyif, kolaylık ve rahatlıkla şehrin en uç iki noktasını gezip gördük, sıra merkeze dönmekteydi. 7 tepeli şehir Lizbon’un tepelik yerlerine de motorla çıkalım da rahat edelim dedik, Alfama semtinden girdik ara sokaklara gezdik dolaştık motorla, kahverengi “Miradouro” tabelalarını takip ederek bir manzara noktasına vardık.
Miradouro manzara noktası demek, Lizbon’da birçok manzara noktası var. Tejo nehri, 25 Nisan köprüsü, tarihi şehir, kale derken bir de şehir 7 tepeli olunca manzara noktalarının doğması çok normal..
İlk durduğumuz manzara noktasının adı, “Miradouro da Graça“.
Bu noktada bir de cafe var, bir kahve ya da soğuk bir içecek için ideal :) Biz de biraz oturup manzaranın tadını çıkardık burda.
Bir manzara noktasından bir diğer manzara noktasına geçtik sonrasında “Miradouro da Senhore do Monte“. Bu manzara noktasının özelliği ise Lizbon’un en yüksek manzara noktası olmasına rağmen en az bilineni olmasıymış. Buradan da şehre baktıktan sonra sıra uzaktan gördüğümüz kaleye gitmekti.
Bu arada Lizbon’daki tuktuk‘lardan da bahsedeyim, yürümek istemeyen ya da o kadar yolu yürüyemeyecek olanlar için minik sevimli taksiler bunlar. Ama Tayland’dakiler gibi sanmayın, çok bakımlı ve şirin tuktuk’lar Lizbon’dakiler..
Bir kaç farklı firma tarafından işletilen tuktuk turlarının saati 50-60 € civarında.
“Castelo de Sao Jorge / Sao Jorge Kalesi”nin girişi 7,50 €’ydu. Biz içeriyi gezmeye gerek duymadık. Motoru parkedip bizdeki deyiş ile kaleiçi sokaklarında dolaştık.
Arka sokaklarda asılı çamaşırlar Lizbon’da göreceğiniz klasik görüntülerden :)
Alfama’nın ara sokaklarında motorla turladıktan sonra, eve dönmeden önceki son durağımız dönüş yolunda “Largo das Portas do Sol“ oldu. Burası da küçük bir meydan ve manzara noktası sayılabilir. Dinlenmek isteyenler için aynı isimde bir restoran da var.
Buraya çok yakın bir de “Se / Katedral” bulunuyor. Katedral, 1150 yılında, şehrin tekrar Hristiyan hakimiyetine geçişinden sonra cami temelleri üzerine inşaa edilmiş. Biz içerisine girmedik, merak edenler gezebilir..
Gezimizi bitirip, evimize döndük, akşam yemeği için hazırlandık.
Akşam yemeğini Fado eşliğinde yemeğe karar verdik. Alfama’da “Marques da Se“ye oturduk saat 21:00 civarında. Canlı fado için kişibaşı 12 € hesaba ekleniyor. Yemek alacart, yani ne yersen onu ödüyorsun.
Yemek olarak başlangıçlardan “shrimp loins fried with garlic (15 €)”, portuguese style mussels (15€) söyledik, ana yemek olarak ise “bacalhau lagarerio / cod grilled in olive oil with garlic” (21 €) içecek olarak ise soda (3,50 €) ve house wine (20 €). Hesaba ilave edilen kuver kişibaşı 4 €’ydu.
Balık yanında kabuklu patetes ve ıspanak ile servis edildi. Karideslerin kabuğunun soyulmuş olması çok iyiydi :)
İlk önce genç bir kadın fado solistini dinledik sonrasında ise sırasıyla genç bir erkek, orta yaşlı bir kadın sahne aldı. Hepsi 4-5 şarkı söyledi. Fado sanatçıları mikrafon kullanmıyor ve sesleri o kadar güçlü ki mikrafona gerek yok zaten :)
Restoranın ortamı da çok güzeldi, taş kubbeli bir salondu. Fado performansı sırasında yemek servisi yapılmıyor ve ortamın ışıkları karartılıyor. İki gitarist hep aynı kaldı ama solist değişti.
Yemeğimizi yedikten sonra geceyi noktalamak için Barrio Alto‘ya gittik, sokaklarda dolaştık, 1 €’ya küçük bira aldık, sokaklarda oturup gelen geçeni izledik ve geceyi böylece bitirdik..
THY’nin Atatürk Havalimanı’ndan sabah 7:30 seferi ile Lizbon’a uçtuk. İstanbul’dan Lizbon’a direkt uçmanın tek yolu THY. Uçuş yaklaşık 5 saat sürüyor. Avrupa’da başka bir şehirden aktarmalı da uçulabilir. Biz sabah 7:30 uçağı ile gidiş, pazar 14:50 uçağı ile dönüş olacak şekilde iki kişi toplam 846 € verdik uçak biletlerine.
Lizbon’a vardığımızda Türkiye saati 12:30 yerel saat ise 10:30 olmuştu. Pasaport kontrolünü tahminimizden hızlı geçtik. Sabah Türkiye’den çıkışımız daha uzun sürmüştü. Eşim hemen pasaport polisiyle futbol muhabbeti yaptı iki dakikada.. Erkekler ve futbol vazgeçilmez ve her daim sohbet konusu :)
Portekiz’deki ilk günümüzde planımız havalimanından alacağımız araba ile Lizbon’na yakın küçük kasabalardan Sintra ve Cascais‘i gezmek, bir de Avrupa kıtasının en batı noktası olan Cabo da Roca‘yı görmek vardı.
Planı bu şekilde yapmamızın asıl sebebi airbnb’den tuttuğumuz evi en erken saat 14:00’te girebiliyor olmamızdı. Valizleri metro istasyonundaki dolaplara kititlememiz gerekecekti vs. Bunun yerine havalimanından arabayla çıkarsak hem valizleri nereye bırakacağız derdinden kurtulacak hem de ilk gün yakın çevreyi gezecektik. Bu planı netleştirmemiz son dakikaya kalınca araç kirası da normalden pahalıya maloldu bize malesef :( Tek gün için ödediğimiz rakam benzin dahil 99 €.
Her ne kadar pasaport kontrolünden hızlı geçmiş olsak da Avis’teki sırada çok vakit kaybettik. Malesef yurtdışında araba kiralama işleri çok yavaş ilerliyor, görevlilerin azlığı ve yavaşlığı da süreyi iyice uzatıyor. Bizim gibi yoğun gezi programına sahip olanlar için zaman çok önemli oysa..Sonuç olarak havalimanından çıktığımızda saat 12:00 ye geliyordu :(
Havalimanından çıkıp sahil yoluna attık kendimizi, Tejo Nehri’ni aldık solumuza sahil yolundan devam ettik, güzergahımız aşağıdaki haritadaki gibiydi: Cascais, Cabo da Roca, Sintra ve Lizbon.
“Tejo Nehri / Rio Tejo”, İber yarımadasının en uzun nehri, nehir Atlantik Okyanusu’na dökülmeden önce oldukça genişliyor ve genişlediği bu kısımda da Lizbon yer alıyor. Şehir merkezi nehrin kuzeyinde kurulu, güney yakası ise sanayileşmiş bir bölge.
Havalimanı Cascais arası sahil yolundan 40 km.
Havalimanından sahil yolunu takip ettiğimizde, şehri de kabaca tanımış ve turlamış olduk. Sırasıyla sahilden Commercio Meydanı, 25 Nisan Köprüsü ve Belem’den geçtik.
Sahil yolu oldukça keyifli, bir tarafta Atlantik Okyanusu bir tarafta küçük küçük kasabalar var. Yol üstünde giderken sahil tarafında büyük bir kale göreceksiniz “Forte de São Julião da Barra”.
Bu kale, Portekiz’in en büyük deniz kalesiymiş ve en kapsamlı askeri savunma merkeziymiş. Kaleyi geçtikten bir süre sonra okyanusa biraz daha yakından bakmaya karar verdik ve yok kenarındaki otoparka bıraktık arabamızı.
Çok uzun olmasa da eni çok geniş bir kumsaldı burası.. Portekiz’de yaz sezonu açılmıştı çoktan :) birkaç büfe ve restoran vardı yol tarafında. Acaba denize girer miyiz, hayallah mayoları da almadık yanımıza diye düşünürken bir yandan ayakkabılarımızı çıkardık ve sahilde yürüdük.
Okyanus suyu o kadar soğuktu ki zaten girmemiz mümkün değildi. En azından ayaklarımızı soktuk suya.. Zaten denizdeki insanlardan daha çok sahilde güneşlenen insanlar vardı.
Yolda gelirken gördüğümüz arabasına sörfünü yüklemiş insanların bir kısmı çoktan sörf keyfine başlamıştı.
Kimi sörfçülerse dalgayı yakalamaya çalışıyordu…
Yaklaşık yarım saat oyalandıktan sonra arabaya döndük ve öğle yemeğini Cascais’te yemeğe karar verdik.
Saat 13:30 gibi Cascais’e varmıştık. Arabayı parketmek için biraz eski şehrin içindeki dar ve tek yön sokaklarda dolandıktan sonra kapalı otoparka bıraktık.
Eskiden küçük bir balıkçı kasabasıyken, günümüzde popüler bir yazlık kasabasına dönüşen Cascais, oldukça şirin.
Şehrin merkezi zaten yayalaştırılmış durumda, kısa bir turdan sonra yemek yemek ve dinlenmek için saat 14:00 civarında “Praia da Rainha“daki restorana oturduk. Şehir merkezindeki bu küçük koy ve plaj biraz aşağıda kalıyor, birkaç basamakla iniliyor plaja.
İlk yemeğimizde, Portekiz’in geleneksel ve meşhur balığı Morina’da yapılan bir”Bacalhau“dan denemeye karar verdik. Morina balığı, bizdeki hamsi gibi bir çok farklı tarif ile pişiriliyormuş.
Menüde de üç farklı çeşit vardı, biz “Bacalhau Grelhado”yu (17,50 €) seçtik, bu patatesli ızgara morina balığıydı.. “Bacalhau a Bracarense” domates soslu ızgara morina balığı, “Bacalhau Gratinado” salamlı ve soğanlı ızgara morina balığı. Balığın yanına bir de kalamar söyledik: “Lulas a Romana” (13 €), içecek olarak ise fıçı bira (3,70 €).
Portekiz’de yemekten önce kuver (ekmek, tereyağ, peynir) servisi yapmak adetten. Menülerde de hep bir başlık olarak var kuver, istemezseniz geri gönderebilirsiniz ama biz yedik her seferinde, ilk yemeğimizde kuver kişi başı 2,10 €’ydu.
Yemekten sonra ara sokaklarda biraz daha gezindik, şehir merkezindeki diğer plaj olan “Praia da Ribeira“ya doğru yürüdük. Kasabanın bu kısmından kaleyi görmek mümkün. Kale bir zamanlar kraliyet ailesinin yazlık eviymiş, şu an ise “Pousada de Cascais” isimli lüks bir otele ev sahipliği yapıyormuş.
Cascais’te de yaya yolları geleneksel Portekiz tarzında, siyah beyaz taşlarla desenler yapılmış…. Bunun bir örneği de Rio sahili Copacabana’da.
Cascais’teki turumuzu tamamladıktan sonra bir sonraki durağımız olan Avrupa kıtasının en batı ucu Cabo da Roca’ya doğru yol almaya başladık.
Cascais – Cabo da Roca arası sahil yolundan 20 km. Yol oldukça düzgün, tek şerit gidiş, tek şerit geliş olarak düzenlenmiş, tabii ki bir de bisiklet yolu var. Gördüğümüz kadarıyla bisiklet kullanımı burada da oldukça yaygın..
Çok rüzgarlı bir gün olduğunu da söylemek zorundayım, bir ara arabanın açık camlarından içeriye sahilden uçuşan kumlar girdi, ne kadar rüzgarlıydı artık siz düşünün..
Cabo da Roca tahmin ettiğimin aksine küçük bir köy ama kıyının biraz içerisinde kalıyor. En batı noktanın olduğu yerde bir deniz feneri, ne olduğunu anlamadığımız birkaç bina, otopark ve tanıtım & hediyelik eşya binasından oluşuyor.
Bu noktada falezler var, deniz seviyesinden yüksektesiniz.. Güzel bir park düzenlemişler, manzarayı seyredebileceğiniz, bir de tabii ki herkesin resim çektirdiği anıt var.
Tanıtım ofisinden 11,00 € karşılığında “kıtanın en batı ucunu görmüştür” sertifikası alabilirsiniz. Sertifikada yazanlar ise şu şekilde tercüme edilebilir.
Sertifikada yazanlar ise şu şekilde tercüme edilebilir. “Bu sertifika, homemadetravels’ın Roca Burnu, Sintra-Portekiz’e; Avrupa kıtasının en batı noktasına, “karanın bitip denizin başladığı topraklara”, inanç ve macera ruhuyla, Portekiz gemilerinin, yeni dünyalar aramak için yola çıktığı noktaya gelmiş olduğunu belgelemektedir.”
Elimizde sertifikamız arabamıza atlayıp Sintra’ya doğru devam ettik.
Cabo da Roca – Sintra arası 20 km. Sintra, tüm Lizbon gezilerinde günübirlik gidilip görülmesi gereken yerler listesinin başında yer alıyor. Biz aynı güne birkaç yer görme telaşında olduğumuzdan, Sintra’ya hakettiği vakti ayıramadık mı acaba diye düşünmeden edemiyorum, bir iki saatimiz daha olsaydı keşke…
Sintra şehir merkezi, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Yeşil bir tepelik arazi üzerine kurulmuş olan Sintra küçük şirin bir merkeze sahip.
Sintra’ya vardığımızda kalabalığın etkisiyle Ulusal Saray’a doğru giden yolda trafik oluşmuştu. Biz de ilk önce arabayı bir yere parkedelim de yürüyerek gezelim dedik, biraz turladıktan sonra neyseki bir yer bulduk ve gezimize yaya olarak devam ettik.
Biraz acıkmış, biraz da yorulmuştuk. Bir cafenin önünden geçtik, sonra baktık bir süre daha oturacak bir yer yok geri döndük ve kahve molası verdik, hem biraz enerji toplamak hem de biraz dinlenmek gerekiyordu.
Mola verdiğimiz cafe, aslında Lonely Planet kitabının da bize önerdiği bir cafeymiş “Queijadas da Sapa”
1756 yılından beri faaliyette olan şirin küçük bir cafe. Dışarıdaki iki üç masada yer bulamazsanız, içeriye girin ve küçük gizli salonu bulun :)
Pencereden Ulusal Saray manzarasına bakarak kahvelerinizi yudumlayın. Yanında bir de küçük Portekiz usulü tatlı tartlarınızı yiyin mutlaka. Bu tartların yerel ismi “queijada“. Not almamışım ama yalnış hatırlamıyorsam kahveler 2,00 €, minik queijada’lar ise 0,85 € .
Kahve molasının ardından, “Ulusal Saray /Palacio Nacional de Sintra” ya doğru yürüdük. Günümüzde müze olarak ziyaretçilere açılmış olan Ulusal Saray, konik iki bacasıyla orijinal bir dış görünüme sahip.
Sintra’nın arka sokaklarında biraz dolaştık, hediyelik eşya mağazalarına girip çıktık.
Mantar’dan yapılan hediyelik eşyalarda sınır yok.. Çantalardan ayakkabılara kadar farklı ürünün mantardan yapılmış versiyonları bulunuyor. Ayrıca kartpostallar ve kitap ayraçları da mantardan yapılmış…
Portekiz’in meşhur vişne likörü olan “Ginjinha“yı da ilk kez tattık. Küçük çikolatadan shot bardaklarında ginjinha 1 € . Dükkandan elimiz boş çıkmadık, bir şişe likör bir de 10’lu çikolata shot bardağı 14 €.
Saat 18:00 olmuştu ve bizim saat 19:00’de Lizbon’da üç gece konaklayacağımız ev sahibi ile buluşmamız gerekiyordu. Yavaş yavaş dönüşe geçtik.
Sintra gezimizde “Pena Sarayı” nı uzaktan görebildik malesef :( Dağın tepesine oturtulmuş bu masalsı sarayı yakından görmeyi isterdim ama orayı da görelim, buraya da uğrayalım derken vaktimiz yetmedi. Sizinle birkaç resim paylaşayım da nasıl bir yer olduğunu görün :)
Lizbon
Sintra – Lizbon arası 30 km. Yaklaşık yarım saat sonra Lizbon merkezindeydik. Evimizi pocket guide’ın rehberliğinde çok kaybolmadan bulduk. Tepeler üzerine kurulu Lizbon’da dar sokaklar ve tek yönler sebebiyle aslında çok yakın olduğunuz bazı yerlere ulaşmanız tahmininizden fazla vakit alabilir benden söylemesi.
Evimizi bulduk, şans eseri çok yakında bir kapalı otopark vardı, arabayı da oraya bıraktık ve ev sahibimiz ile buluştuk.
Bu seyahatimizde ilk defa “airbnb” kullanarak bir yer seçtik konaklamak için. Otele göre oldukça hesaplı bir alternatif olan ev/oda kiralama seçeneğinden çok da memnun kaldık açıkcası. Arama yaparken ister bir evde oda, isterseniz de dairenin tamamını seçebiliyorsunuz. Biz de Lizbon merkezinde Chiadao’da Lago do Carmo meydanında bir ev bulduk ve 3 gece için toplam 192 € ödedik. Evimizi merak edenler tıklayın lütfen :)
Kaldığımız evin tek dezavantajı apartmanın girişinin kötü olmasıydı. Biraz bakımsız ve terkedilmiş görünümü var, ilk izlenim için biraz “nereye geldik ??” sorusunun aklınızdan geçmesine sebep. 4. kattaydık, ve minicik bir balkonumuz vardı ve harika bir Lizbon manzaramız :)
Evde kalma fikrini sevdik çünkü, otel odasına sıkışmak zorunda değildik, ister salon, ister mutfakta vakit geçirebilidik, kahvemizi yaptık, ekmeklerimizi kızarttık kahvaltıda. Çok merkezi bir noktada olduğumuz için çok rahat ettik, her yere yürüdük. Bundan sonraki seyahatlerimizde daha sık airbnb kullanacağımız kesin :)
Eve yerleşip biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için çıktık.
Yemek için Barrio Alto’ya çok yakın, “Restaurante Cabaças“ı seçtik. Bu restoran taşta pişen etleriyle ünlü.
Oldukça küçük ve lokal görünen restoranın kapasitesi yaklaşık 40 kişi. Çoğu 6 kişilik masalardan oluşuyor. İki – iki tanımadığınız diğer dört kişiyle aynı masayı paylaşmak zorunda kalmanız çok büyük bir olasılık.. Bizde böyle bir masada ortada oturan çift olduk :)
Menüye bir göz attıktan sonra başlangıçlardan küçük salata (7,50 €) ve yemek olarak chouriço 9 “picanha on the stone” (9,50 €) ve bira (3,50 €) söyledik. Kuverlerin bir kısmını geri gönderdik bu sefer, sadece ekmek ile yetindik, kişi başı 0,30 €.
Yemek gerçekten de harikaydı, ahşap bir tepsi içinde çok sıcak bir taş yanında üç ince dilim et, kristal tuz ve iki farklı sos geldi. Haydi bakalım herkes etini kendi pişirsin istediği kadar :) Bu noktada taşın üzerine ekmek ve soğan koyarak başladık :) Ne de olsa mangal seven Türkleriz :))
Taş o kadar sıcak ki, eti koyduğunuz an dumanlar yükselmeye başlıyor, mekanın ara sıra duman altı olması da bu yüzden..
Lizbon’daki ilk akşam yemeğimizden çok keyif aldık, herkese tavsiye ederim, güzel bir deneyim, güzel bir lezzet :)
Yemekten sonra Barrio Alto sokaklarını keşfe çıktık. Biraz turladık sokakları ve içeriden fado sesleri yükselen küçük fado club‘e oturduk.
Bu noktada yeri gelmişken biraz Fado’dan bahsetmek gerek. Fado, Portekiz halk müziği, bana göre Portekiz türküsü :)
Okyanusun kıyısında yer alan bir ülke olan Portekiz’de haliyle balıkçılar, kaşifler ve denizcilerin yoğun olduğu bir erkek nüfus var. Denize açılan sevgililer ve eşler ardından hasretle yakılan ağıtlar fado’nun temelini oluşturuyor, bu nedenle oldukça hüzünlü ve duygulu bir tarzı var.
Küçük biranın sadece 2 € olduğu, Rua da Atalaia’da yer alan bu sevimli barda tavana asılmış kuşlar çok güzel görünüyordu.
Sonradan garsondan öğrendik ki, dinlediğimiz fado sanatçısı “Joana Amendoeria“ aslında meşhur bir sanatçıymış, 7-8 tane albümü varmış. Büyük konserlerden ve kalabalıklardan sıkıldığı için arasıra bu küçük club’te sahne alıyormuş. Şansa bak, daha ilk akşamdan iyi bir fado’cu bulduk :)
İki gitarın eşlik ettiği Joana, bir şarkı sonra ara verdi. Fado söylenirken, herkes çok sessiz ve dikkatli ortam da oldukça loştu. Fado’nun bitmesiyle, ışıklar biraz açıldı, sohbet sesleri yükselmeye başladı.
Aranın ardından sahneye başka sanatçılar çıktı. O sırada Joana başka bir mekanda fado söylemeye gitmiş. Mekanda aynı zamanda cd’leri de satılıyordu.
Günün yorgunluğu ve uykusuzluk ağır basmaya başlayınca Joana’nın tekrar sahneye çıkmasını bekleyemeden evimizin yolunu tuttuk..
Lizbon’u gezmeye devam için sonraki sayfaya :)