All posts tagged Nice

Nice’e Veda…

Cote d’Azur’daki son günümüzü Nice’e ayırdık, şehri gezmek için yarım günümüz vardı, İstanbul’a dönüş uçağımız 14:50’deydi.

Otelden çıkış yapıp eşyalarımızı arabaya attıktan sonra, yürüyerek Massena Meydanına vardık.

Massena Meydanı şehrin ana meydanı.. Aslında Paillon Nehri’nin ıslah edilip üzerinin kapatılmasıyla oluşturulmuş. 

cda4_2

Meydandaki İtalyan tarzı sağlı sollu binalar hemen dikkat çekiyor. Bu binalardan biri Galeri Lafayette‘e ev sahipliği yapıyor.

Meydanda yer alan direklerin üzerinde insan heykelleri var geceleri farklı renklerle aydınlatılan, değişik bir tasarım olmuş. Heykellerin üzerine kuşlar konunca komik bir fotoğraf karesi yakalayabilirsiniz :)

Meydanda yerde fıskiyelerin olduğu bir bölüm ve meydanın sağında ve solunda devam eden parklar var.

cda4_3

Meydandan Cours Saleyaya gittik, ilk hedef tabii ki de kahvaltıydı. Kahvaltı için Le Floreye oturduk. Hava yine mis gibiydi, güneşlenerek kahvaltı yaptık. Kahvaltı menüsünde, “petit dejeuner français” (8 €) ve “breakfast in america” (10 €) olmak üzere iki alternatif vardı. İkisinin birbirinden farkı, birinde sahanda yumurta olmasıydı.

Kahvaltının ardından sadece pazartesi günlerine özel kurulan antika pazarını gezdik.  Antika pazarında aklınıza gelebilecek ne kadar ıvır zıvır varsa hepsi satılıyordu.

Cours Saleya’nın bittiği noktadan eski şehrin ara sokaklara daldık.

Tam da Cours Saleya’dan döndüğümüz ilk sokakta öyle bir mağaza vardı ki bahsetmeden geçemeyeceğim.. Transparence ..Önce vitrinden alamadık kendimizi.. Sonra da içeride kaç dakika oyalandık bilmiyorum.

Pleksiglastan yapılan oldukça orijinal süs eşyaları ile karşı karşıyaydık, bu mağazayı o kadar çok beğendik ki elimiz boş çıkamadık, en ucuzundan deniz temalı bir küp seçtik, nakit ödeyince 5€ indirim aldık ve 25€ ödedik.

Yolunuz Nice’e düşerse mutlaka ve mutlaka uğrayın bu mağazaya..

Eski şehrin ara sokaklarındaki turumuzun ardından sahile çıktık,  Parc du Chateauya çıkan asansörün olduğu kısma yürüdük.  Oldukça eski bir asansör en üst noktaya kadar çıkarıyor sizi, ücretsiz olarak.

cda4_4

Yukarıdaki manzara, sahilden eski kente ve yeni yerleşimlere kadar keyifli bir Nice panaroması sunuyor. Eski kalenin kalıntılarının olduğu bu yeşiller içindeki park piknik için oldukça ideal.

Manzaraya doyduktan sonra aşağıya tekrar asansörle indik ve Promenade des Anglaisten yürüdük. Sahildeki bu keyifli yol, İngiliz kolonisi tarafından 1822 yılında yaptırılmış, bu nedenle de İngiliz Sahilyolu olarak adlandırılmış. Turistler için olduğu kadar Fransızlar için de yürüyüş yapmak, gezinmek ve dinlenmek için çok tercih ediliyor.  (bakınız yan resimdeki pembeli amca :))

Uçak saatimiz yaklaşmaya başlarken Massena Meydanı’ndan geçerek Nice Etoile Alışveriş Merkezi’ne da bağlantısı olan otoparktan arabamızı aldık. Sahil yolundan havaalanına doğru yolaldık. Böylece çok keyifli yaza merhaba dediğimiz tatilimizin sponuna gelmiş olduk …

Tatilin sonunda Cote d’Azur’u tek kelimeyle özetlemem gerekirse bence en uygun kelime “Retro” yani geçmişe ait, geçmişe dair.. İç kısımda yer alan kasabaların sanatsal bir boyutu, sahil kesiminin ise şöhret/ün boyutu var. Çok ünlü sanatçılara, sinema yıldızlarına yıllardır ev sahipliği yapıyor Fransız Rivierası. Mutlaka görülmesi gereken kıyılar :)

Gelelim işin maliyet boyutuna; 4 günlük bu tatil bize toplam 980 €’ya maloldu, bu rakamın 380 €’su otel ve uçak, 600 €’su ise diğer harcamalarımız (yemek, hediyelik eşyalar, otopark, araba, benzin, biletli girişler vs.)

Nice’den Sanremo’ya..

Pazar günü için planımız, Nice’den yola çıkıp, bu sefer Cote d’Azur’un doğu kısmını gezmek, Monoco’yu görmek, hatta İtalya sınırını geçip Sanremo’ya kadar gitmekti.

Gün içindeki rotamız harita üzerinde şu şekildeydi:

cda3_2

Kahvaltı yapmadan otelden çıktık, arabamızı otoparktan aldık 9:30 civarında, akşam 20:30 sabah 9:30 arası için otoparka ödediğimiz rakam 12,90 €.

Cours Saleya‘ya yakın bir başka otoparka parkettik. Özellikle sabah Cours Saleya’ya uğramak istememizin sebebi, salıdan pazara burada kurulan çiçek pazarıydı. Pazar günleri 13:30’a kadar açık olan çiçek pazarı tabii ki Nice’de görülmesi gereken yerlerden. Mevsim bahara yakın olunca, güneşli bir havada rengarenk çiçeklerin arasında dolaşmak “keyif” sözcüğü ile tanımlanabilir sadece..

cda3_3

Kahvaltımızı Cours Saleya’da yer alan “Le Coin Quotidien” de yaptık. Menüden bir continental kahvaltı (9,70 €) bir de perdu (7,90 €) seçtik. Continental kahvaltının içinde, portakal suyu, kruvasan, ekmek çeşitleri, terayağ, reçel ve çay/kahve vardı. Perdu ise french tost ve çay/kahveden oluşuyordu. Güneşin altında ısınarak keyifli bir kahvaltı yaptık.

Kahvaltıdan sonra çiçek pazarını dolaştık. Çiçekler dışında şekerlemelerin ve meyvelerin de satıldığı pazar oldukça düzenli. Meyvelere dayanamadık, birer kap çilek ve böğürtlen aldık yolluk :)

Saat 11:00’e doğru Nice’den ayrıldık. ilk durağımız Villefranche sur-Mer’di.

Villefranche sur-Mer  

Villefranche sur-Mer Nice sadece 7 km uzaklıkta, Fransız Rivierası’nın en güzel kasabalarından birisi. Cap Ferrat yarımadasının oluşturduğu harika bir koya sahip.

cda3_4

Villefranche’nin limanı, Nice limanının aksine cruise gemilerinin demirleyebileceği derinliğe sahip olduğundan, tüm cruise’lar buraya demirliyormuş.

Kasabanın sahil yolundan tüm koyu dolaştık. Sahil yolunun bittiği noktada yol boyunca otopark ve plajlar yer alıyor. Henüz sezon açılmadığından otoparka giriş ücretsiz. Biz de bu otopark kısmından geçip, yolun sonuna kadar gittik.

Sahilde piknik yapanlar, güneşlenenler hatta denize girenler bile vardı. Fotoğraf molasının ardından bu güzel kasabayı geride bırakıp Cap Ferrat’a doğru devam ettik.

Cap Ferrat

Cap Ferrat (Ferrat Burnu) yarımadası Cote d’Azur’un en lüks ve pahalı villalarının yer aldığı önemli yerlerden biri, özellikle “güzel dönem”i (belle epoque) yansıtan villalar yer alıyor. Buradaki bazı villalar günümüzde müze-ev statüsünde ve gezilebiliyor. Biz de “Villa Ephrussi de Rothschild“i gezdik.

Villefranche’den yaklaşık 4 km mesafede yer alan Ephrussi de Rothschild villasını ve bahçelerini gezmek için kişibaşı 13 € ödemek gerekiyor.

cda3_5

Bu villa, Beatrice Ephrussi de Rothschild için 1905-1912 yılları arasında inşaa edilmiş. Beatrice döneminin önemli bankacılarından ve sanat kolleksiyonerlerinden Baron Alphonse de Rothschild’in kızı.

Kötü bir evlilikten sonra eşinden boşanan Beatrice babasının ölümünün ardından yüklü miktarda bir mirasın sahibi olmuş ve bu villayı yaptırmaya karar vermiş. 1912’den ölümüne kadar bu villayı kışları kullanmış. Yarımadanın dar ve yüksek bir noktasına inşaa edilen pembe villanın hem doğu hem de batı tarafından manzarası harika.

Villanın içini gezmek küçük bir sarayı gezmek gibi, dönemini yantısan şekilde dekore edilmiş villada, lüks mobilyalar, objeler, halılar, porselen kolleksiyonu ve sanatsever Beatrice’in resim kolleksiyonunu göreceksiniz.

Girişte verilen sesli rehber ile villanın detayları ve Beatrice’in hayatı ile ilgili detaylı bilgi edinebilirsiniz.

Villa Ephrussi de Rothschild’den bahsetmişken villanın tematik bahçelerinden bahsetmeden geçmek olmaz. 9 ayrı temaya sahip bahçeler; İspanyol, Floransa, Taş, Japon, Egzotik, Gül, Provans, Fransız ve Sevres (Fransız porseleni) bahçeleri olarak adlandırılmış.

cda3_6

Bahçeler yürüme yolları ile birbirine bağlanmış, zaman zaman ufak doğal havuzlar ve şelaleler tasarlanmış. Bahçeler içerisinde gezerken, manzara noktaları da var elbette.

Fransız bahçesinde yer alan havuzdaki fıskiyelerin 20 dakikada bir müzik eşliğinde dansettiğini de hatırlatmak isterim.

Vaktimiz kısıtlı olduğundan villanın içini ve bahçeleri hızlıca gezdikten sonra fazla oyalanmadan yola koyulduk. Sıradaki durağımız Eze’ydi ancak giriş sapağını kaçırınca Monaco’ya doğru devam ettik, yaklaşık 18 km sonra Monaco’daydık.

Monaco

Sadece 1,9 km2’lik yüzölçümüne sahip Monaco, New York’ta yer alan Central Park’tan daha küçük bir alanı kaplıyor. Bu nedenle dünyanın Vatikan’dan sonra en küçük ülkesi ünvanını da elinde bulunduruyor.

cda3_7

1297 yılında Grimaldi ailesinin bu toprakları ele geçirmesinden bugüne Grimaldi ailesi tarafından yönetilen Monaco, bir dönem Fransa egemenliği altına girmiş, II Dünya Savaşı sırasında Nazi orduları tarafından işgal edilmiş olsa da günümüzde Prens’lik ile yönetilen bir şehir devlet.

Monaco, Avrupa Birliği’ne üye olmamasına rağmen, sınır geçiş formalitelerini uygulamıyor ve para birimi olarak Euro kullanıyor.

Bence Monaco’lu olmak çok ilginç bir his olmalı, zira bu küçük ülkenin nüfusunun sadece %22’si civarında Monaco’lu varmış, diğer insanlar çoğunlukla Fransız, İtalyan ve İngiliz’miş.

Arazinin kısıtlı olması Monaco’yu üstüste bir ülke yapmış, heryeri gökdelenler kaplamış. Bu hali ile bende beğeni uyandırdığını malesef söyleyemeyeceğim.. Bazı yollar binaların altından geçiyor.. Denizi doldurarak arazi yaratmaya çalıştıklarını söylememe bilmiyorum gerek var mı?

Monaco denince akla ilk gelen yer aslında Monte Carlo kumarhanesi ve lüks arabalar, bir de Formula 1 Monaco Grandprix’i.

Monaco sokaklarında biraz arabayla turladıktan sonra Monte Carlo kumarhanesinin olduğu bölgede bir otoparka parkettik ve bu kumarhane meydanına yürüdük.

Monte Carlo kumarhanesinin tarihi 1863 yılına kadar gidiyormuş. III. Charles tarafından kurulan kumarhane, o kadar başarılı bir işletmeye dönüşmüş ki, 1870’ten sonra halktan vergi toplanmasına gerek kalmamış. Günümüzde halen Monaco’lular vergi ödemiyorlarmış !!!

Monaco’ya gelip de bu lüks meydanda oturmamak olmaz diyerek meydana bakan Cafe de Parise oturduk. Şansımıza hem de birinci sırada yer bulduk. Dış alanda sadece içecek ve tatlı servisi yapılıyormuş, iç kısımda ise yemek. Karnımız acıkmıştı ama iç kısma oturmak da hiç istemiyorduk. Garsona sorunca sadece klüp sandviç var yiyecek olarak dedi, tamam hayalimizdeki öğle yemeği bu değildi ama hava o kadar güzeldi ki kapalı kısımda oturmayı hiç istemedik. Sandviçlerin yanına iki de bira söyledik ve gelen geçeni izlemeye başladık.

Bir süre sonra önümüzden geçen Ferrari’leri saymaz oldum. Casino’nun önünde park halinde duran arabalar ise lüks bir oto galeriden farksızdı Ferrari, Porche, Bentley ve diğerleri…

Cafe de Paris’te geçirdiğimiz vakit o kadar keyifliydi ki sonunda ödediğimiz hesap bile keyfimizi kaçırmadı, özellikle TL’ye çevirince dünyanın en pahalı birası (15 €) ve sandviçini (17 €) yemiş olabiliriz !!

Sırada tabii ki casinonun içini gezmek vardı. İlk girişte yer alan salonda otomatik makinalar var, sonrasında ise rulet masaları. Bu kısımlar herkese açık, ancak diğer salonlar sadece belirli bir miktar üzerinde para harcamayı göze almış kumarbazlara özel. İçeriye girerken çantalarınızı ve fotoğraf makinalarınızı vestiyere bırakmanız gerek, içeride fotoğraf çekmek yasak.

Benim de eşimin de kumarhane kültürümüz olmadığından bizim için turistik bir tur oldu kumarhanenin içini görmek.

Casino binasının etrafında dolaşıp deniz tarafına geçtik, buradaki bahçelerin arasında bir tur attıktan sonra Monaco’dan ayrılma vaktinin geldiğine karar verdik.

Ventimiglia

Monaco’dan yaklaşık 10 km sonra Fransa sınırının son kasabası olan Menton var, ufak şirin bir kasaba, burada durmadan yolumuza devam ettik.

Menton’dan 11 km sonra İtalya’nın ilk yerleşimi olan Ventimiglia‘ya vardık. Şehri ikiye ayıran Roia Nehri, aslında eski şehir ve yeni şehri de fiziksel olarak birbirinden ayırmış.

cda3_8

Nehrin batısındaki tepeye kurulmuş olan eski şehir aşağıdan güzel ve tipik bir İtalyan ortaçağ kasabası panaroması sunuyor: Solan renkli cepheler ve yeşil panjurlar :)

Eski şehrin olduğu kısıma doğru gittik ve arabayı parketip sokaklarda dolaştık. Eski şehir tarihi turistik bir yerden çok insanların yaşadığı ve günlük hayatın devam ettiği bir yer izlemini yarattı bizde. Sokakların bazılarında yenileme çalışmaları sürse de genel anlamda eski şehrin bakımsız olduğunu da söylemek zorundayım.

Sokaklarda yüksek ses tonuyla birbirleriyle konuşan İtalyan’lar, sınırı geçip ülke değiştirdiğimizin en büyük kanıtıydı :) Seviyorum bu milleti :)

Nehrin doğusunda sahil şeridinde kurulan, daha bakımlı ve düzenli olan yeni şehri sahil yolundan transit geçerek günün son durağı olan Sanremo’ya doğru devam ettik.

Senremo

Sanremo‘ya kadar gitsek mi diye bir tereddüt yaşadık ama Ventimiglia – Sanremo arası yaklaşık 17 km olunca devam edip burayı da görmeye karar verdik.

Orijinal gezi planında Sanremo belirsiz olunca araştırmadan gezdik bu şehri. Bu küçük İtalyan şehrinin tarihinde bazı önemli olaylar olmuş, döndükten sonra seyahat yazılarımı tamamlarken öğrendim. Kısaca paylaşayım da tarih bilgilerimiz pekişsin :)

cda3_9

Sanremo I. Dünya Savaşı’ndan sonra 1920’de Osmanlı topraklarının paylaşılması ve Osmanlı ile yapılacak Sevr Antlaşması’nın şartlarının hazırlanması için yapılan milletlerarası Sanremo Konferansı’na ev sahipliği yapmış. Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı VI. Mehmet Vahdettin ve ailenin diğer üyeleri Cumhuriyet’in kurulmasıyla sürgüne Sanremo’ya gönderilmiş.

Sanremo’da Piazza Cristoforo Colomboda arabamızı otoparka bırakıp, şehirde biraz yürüyüş yapmaya karar verdik.

Şansımıza meydanda hediyelik eşyalar,  antikalar, çiçekler ve diğer şeylerin satıldığı bir pazar kurulmuştu. Pazarı hızlıca dolaştıktan sonra trafiğe kapalı olan Corso Giacomo Matteotti caddesinde yürüdük. Bu cadde oldukça canlı ve kalabalıktı.

Caddenin sonunda görkemli binasıyla Sanremo Casinosu yer alıyordu. Günün yorgunluğu üzerimize çökmeye başlarken, caddede yer alan kafelerden birinde bir kahve molası verdik, americano 2,5 €. Molanın ardından aynı caddeden gezerek Cristoforo Colombo meydanına döndük.

Meydana bakan bir dondurmacı pembe tabelesıyla sizin de dikkatinizden kaçmayacaktır: Gelateria Lollipop

İtalya sınırlarından bir İtalyan dorduması yemeden ayrılmak olmazdı. Dondurmamızı alıp, dönüş yoluna çıktık.

Genel olarak Cote d’Azur sahil yolunda sık sık yerleşim olduğu için kırmızı ışıklar ve yaya geçitleriyle durmak zorunda kalacağınızdan km olarak kısa görünen mesafeler tahmin edeceğinizden uzun sürecek benden söylemesi.

Dönüş yolunda hava kararmaya başlayınca Eze’ye dönüşte uğrarız düşüncesi yalan oldu malesef, Nice’e daha hızlı varmak için Monaco’dan sonra otoyola çıktık. Saat 20:00 civarı Nice’e vardık.

Akşam yemeğine Nice’deyiz..

Arabamızı otelin hemen yakınındaki otoparka bırakıp, hızlıca akşam yemeği için hazırlandık ve bir gece önce çok keyif aldığımız Cours Saleya’ya gittik. Günlerden pazar olunca bir önceki gecenin kalabalığı yoktu.

Bir iki tur attıktan sonra yemek için Chez Freddyi seçtik. Cote d’Azur’daki son yemeğimizde menümüzde; “mussels marinieres/soslu haşlama midye” (15,90 €), “prawns with garlic and spicy sauce/sarımsaklı ve baharatlı karides” (17,50 €), “aioli 3 fish/3 balıklı aioli” (24,90 €).

Aioli; Nice mutfağına özgü bir yemek, denemek istedik bizde. Balık ve çeşitli sebzeler buharda pişirilerek hazırlanıyor, yemeğin yanında sarımsaklı sos ile servis ediliyor. Oldukça sağlıklı bir yemek, bir iki başlangıçtan sonra iki kişi paylaşılabilir.

Yemeğin ardından birşeyler içmek için nereye gitsek diye dolanırken, bir önceki akşam yemek yediğimiz mekanın Türk dostu garsonu ile karşılaştık, bizi restoranın sahibinin oğlunun yeni açtığı bir pub’a yönlendirdi. Hatta bizi iyi ağırlamaları için bir not yazıp elimize verdi. Nerde Fransız burnu büyüklüğü, soğukluğu? eser yok !!

Elimizde notumuz, tarifi takip edip bulduk mekanı. Herhalde günlerden pazar olunca ve pek müşteri olmayınca erken kapatmış diyerek yol üzerinde gördüğümüz bir başka bara oturduk.

Madem yemekte Fransa’ya özgü bir tat denemiştik, son içkilerde Fransız olsun diyerek “pastis” (8 €) söyledi eşim. Bense bari en azından değişik bir bira deniyeyim dedim ve menüden “monaco” isimli bir bira ( 7 €) seçtim.

İçkiler masamıza geldiğinde ufak çaplı bir şaşkınlık geçirdim. Biram kırmızı renkliydi ve tadının birayla ilgisi yoktu. Soda ile tatlı bir meyvesuyunun karışımı gazlı bir içecekti. Dayanamayım google’a sordum. Meğerse Monaco biralı bir koktelymiş, içerisinde bira, soda ve narsuyu olan. Çok sevemedim Monaco’yu, hepsini de bitiremedim.

Otelimize dönüş yolunda garsonun yazdığı notun arkasına “geldik, sizi bulamadık artık bir daha ki sefere” yazıp kapının altından attık. Kimbilir kim buldu notumuzu :)

Cannes’dan St-Tropez’e..

Cumartesi sabah otelden kahvaltı yapmadan çıkış yaptık. Planımız, kahvaltımızı Cannes’da yaptıktan sonra gündüz gözüyle Cannes’ı dolaşıp, sonrasında Mougins ve Grasse kasabalarını gezdikten sonra sahile inip Port Grimaud’u ve St-Tropez’i gezmekti.

Gün içindeki rotamız harita üzerinde şu şekildeydi.

cda2_2

Cannes

Hepimizin festivallerden tanıdığı kırmızı halısıyla ünlü Cannes’a giderken sabah yine Cap d’Antibes’den dolaştık. Bir önceki gece gördüğümüz lüks villaları bu sefer de gündüz gözüyle yol boyunca görmüş olduk.

Antibes Cannes arası yarımadayı dolaşan bu uzun yol ile yaklaşık 17 km. Arabayı sahilde yer alan kapalı otoparka parkettikten sonra Cannes’ın meşhur sahilde yer alan bulvarı “La Croisette” yürümeye başladık. Palimiye ağaçları ile süslü bu sahil yolunun bir tarafında plaj diğer tarafında ise lüks butikler ve oteller yer alıyor.

cda2_3

Sahilde yer alan “Carlton Intercontinental” olarak bilinen binadan bahsetmemek olmaz. Art deco mimarinin bir örneği olan bu binanın ikiz kubbeleri için rehber kitaplarda bir hikaye var ki, zaten başka kaynaklardan okuyacağınız için burada bahsetmeyeceğim :)

Kahvaltı için sahilde yer alan ve mevsim itibariyle yeni yeni açılan cafe/restoranlardan birini seçtik Plage La Geoland. En güneşlisinden bir masaya oturduk ve fırından yeni çıkmış sıcacık kruvasanlarımız eşliğinde kahvelerimizi yudumladık.

Bir yandan güneşin tadını çıkarırken, diğer yandan plajdaki şezlong ve şemsiyelerin düzenli bir şekilde dizilmesi ve kumun elenerek temizlenmesini izledik. Eminim yazın ortasında sahilde boş bir şezlong bulmak imkansız hale geliyordur.

Kahvaltıdan sonra La Croisette’den yürüyerek meşhur Palais des Festivalese geldik. Birçok fuara ve festivale ev sahipliği yapan bu bina tabii ki Cannes Film Festivali‘ne de ev sahipliği yapıyor. Binanın hemen yanındaki parkta bazı ünlü sanatçıların el izlerini görmek mümkün. Bir de tabii ki kırmızı halıyı..

Bir yandan yeni biten MIPIM fuarının toplanması işleri devam ettiğinden, kırmızı halının yanına kadar gidemedik ama zaten üzerinde film yıldızları yokken kırmızı halı da herhangi bir kırmızı halı kadar ilgi çekici..

cda2_4

“Vieux Port” yani eski limana bakan “Lord Brougham Meydanı”nda bir pazar kurulmuştu, antikalardan yerel ürünlere bu sevimli pazarı hızlıca dolaştıktan sonra Cannes’ın en eski yerleşimi olanLe Suquete doğru yürümeye başladık.

Otobüs duraklarına bakan binadaki sokak resmine dikkat etmeden geçmeyin. Cinema Cannes isimli bu resimde birçok önemli Hollywood filminden kareler olduğunu göreceksiniz.. Titanic, Star Wars, Charlie Chaplin, Mickey Mouse karakterlerini bu duvarda görünce hemen tanıyacaksınız..

Le Suquet‘in dar ve yokuşlu kimi zaman merdivenli sokakları var. Yer yer yönlendirme tabelaları göreceksiniz, dilerseniz bunları takip edin, dilerseniz eski Cannes’ın sokaklarında kaybolun.. Tepeye ulaştığınızda “Notre Dame de l’Esperance Kilisesini ve “Musee de la Castreyi göreceksiniz. Cannes’ın eski limanına bakan güzel bir manzara sizi bekliyor burada.

Fotoğraf molasından sonra tekrar aşağıya doğru indik dar sokaklardan. Rue Meynadieri takip ederek Cannes’ı gezdik. Bu caddede yürürken bir üst sokakta yer alan Marche Forvilleye de uğrayın mutlaka. Burası bir pazar, her türlü sebze ve meyveden balığa bir çok lokal ürünün satıldığı bölgenin en önemli pazarlarından biriymiş. Ayrıca pazardaki demet demet çiçekler de içinizi neşeyle dolduracak :)

Foto Galeri 1

Cannes’dan ayrılmadan önce yol üstünde karşımıza sevimli bir pastane/dondurmacı çıktı: Glacier Vilfeu. Buradan bir milkshake aldık, gözümüzün önünde gerçek dondurmadan yapılan milkshake’in tadı çok lezizdi. Aynı cafe de bir de bu sevimli angry bird şekerlemelerinden satılıyor.

Saat öğlene yaklaşırken, Cannes’daki gezimizi noktalayıp, rotamızı Mougins’e doğru çevirdik.

Mougins

Cannes’dan yaklaşık 8 km mesafede yer alan Mougins gerçekten de görülmesi gereken bir Ortaçağ kasabası.

Picasso’nun 1961 yılında yerleştiği bu kasabada hayata gözlerini yummuş ve son 12 yılını burada geçirmiş.

Birbirinin içine geçen sokaklarla, dairesel bir plana sahip bu kasabanın sokaklarında dolaşmak oldukça keyifli. St Paul de Vence gibi sanat galerilerine ve müzelere ev sahipliği yapan bu kasabada güzel fotoğraf kareleri yakalayacağınıza eminim, şimdilik benim karelerim ile idare edin :)

Foto Galeri 2

Her yıl Eylül ayında Mougins’de Uluslararası Gastronomi Festivali düzenleniyormuş. yemek meraklılarına duyurulur.

Cannes’a yakınlığı sebebiyle film festivali boyunca ünlü isimleri ağırlayan bu küçük, şirin ve aynı zamanda elit bir tarza sahip kasabanın sokaklarını mutlaka keşfedin..

Grasse

Lavanta, mimoza, yasemin ve gül bahçeleri ile çevrili Grasse dünya parfüm endüstrisinin merkezi olarak ünlenmiş.

Su kaynaklarının fazlasıyla bulunduğu Grasse’ye orta çağda dericilik yapanlar yerleşmiş. 1500’lü yıllarda kokulu deri eldiven modasının başlamasıyla ve tabakanelerden gelen kokunun bastırılması ihtiyacıyla Grasse parfümeri endüstrisinin bir merkezi olmuş. Günümüzde de halen bu özelliğini koruyor.

Mougins-Grasse arası yaklaşık 12,5 km. Yolda giderken Grasse’ye henüz gelmeden meşhur parfüm firmalarından biri olan “Fragonard“ın tabelasını görünce hemen durduk. Daha sonra anladık ki burası Grasse merkezine gelmeden önce “Fragonard Les Fleurs” ismiyle anılan tesis ve Grasse merkezine 3 km mesafede.

Arabayı parkedip içeriye girdiğimizde İngilizce bilmeyen bir görevliyle karşılaştık, neyseki anlaştık, rehber istemediğimizi söyleyip içeriye girdik. Burası aynı zamanda geçmişi 19. yy’a dayanan bir üretim tesisi, günlerden cumartesi olunca çalışan kimse yoktu ama labratuvarlarda şişe şişe parfümleri, tüpleri, yeni kokuların karıştırıldığı deneme masalarını görmek mümkündü.

Duvarda asılı, nereden hangi kokunun bitkisinin geldiğini gösteren bir tablo vardı. Türkiye’den giden koku ise gülmüş.

Tesisin içinde eski zamandan kalan damıtma makineleri de sergileniyordu. Parfüm yapım tekniklerinden biri olan emilim yönteminin uygulandığı yaseminleri de bu fabrikada gördük.

Fabrika duvarında, eski zaman parfümcüleri resmeden seramik tablo çok şirindi :)

Hızlı bir turdan sonra bir alt katta yer alan fabrika satış mağazasını gezdik. Mağazada parfümlerden, sabunlara, kremlerden diğer kozmatik ürünlere kadar geniş bir ürün yelpazesi sunuluyor. Mağazadan fazlasıyla keyif aldığımı belirtmem gerek. Güzel kokularının yanı sıra oldukça güzel ambalajlara sahip ürünler var. Hediyelik olarak özellikle bayanlar için güzel alternatifler sunuyor. Ben de elim boş çıkamadım tabii ki…

Bu parfüm gezisinden sonra Grasse’nin şehir merkezine doğru devam ettik. Turist info’nun olduğu noktada hem otobüs durağı hem de katlı otopark bulunuyor. Arabayı parkettikten sonra haritamızı alıp Grasse sokaklarında dolaşmaya başladık. Kısa bir turdan sonra Grasse merkezinde çok fazla vakit harcamamaya karar verdik ne de olsa saat ilerliyordu ve daha görülecek yerler vardı.

Eğer vaktiniz varsa, “Musee International de la Parfumerie“yi gezmek güzel fikir olabilir. Ayrıca Grasse merkezinde de Fragonard’ın bir mağazası bulunuyor. Fragonard dışında Molinard ve Galimard da bölgenin bilinen ve yol boyunca göreceğiniz diğer meşhur markaları.

Port Grimaud

Grasse’den sonra rotamızı sahil kısmına çevirdik, ilk durağımız “Port Grimaud“du. Grasse – Port Grimaud arası yaklaşık 90 km.

Provence bölgesinin Venedik’i olarak bilinen Port Grimaud bu ismi fazlasıyla hakediyor. 1960’lı yıllara kadar giden bir geçmişe sahip, takdiri hakeden çok güzel bir proje olduğunu düşünüyorum. Mimar François Spoerry tarafından tasarlanan bu kasaba, Giscle nehrinin oluşturduğu bataklık üzerinde kurulmuş.

cda2_9Bazı kısımlarına giriş sadece ev sahiplerine açıkken, meydanın ve çarşının olduğu kısım halka açık.

Araç trafiğinin neredeyse hiç olmadığı Port Grimaud’un kapılarından birisinin karşısında yer alan geniş açık otoparka arabamızı bıraktıktan sonra yaya olarak girdik. Sezon daha açılmadığı için otopark ücretsizdi.

Çarşı kısmında yer alan mağazalar ve restoranların bir çoğu kapalıydı. Kanallar üzerinde yer alan köprülerden geçtik ve Port Grimaud’u keşfettik. Rengarenk binaların yer aldığı kanallarda evinin önüne teknelerini çekmiş insanlar vardı.

Port Grimaud’daki turumuzdan sonra rotamızı St-Tropez’ye çevirdik.

St-Tropez

Port Grimaud-St-Tropez arası yaklaşık 8 km. Arabayı parkettikten sonra sahilde bir tur atıp, keyif yapmak için kırmızı ahşap sandalyeleri ve dekoruyla bizi çağıran “Senequier“e oturduk.

Küçük bir balıkçı kasabasıyken, Cote d’Azur sahilinin önemli bir tatil merkezi olan St. Tropez’in ünlenmesinde, 1956 yılında burada çekilen, dönemin seksi yıldızı Brigitte Bardot‘un başrolde oynadığı “Ve Tanrı Kadını Yarattı” filminin rolü büyük..

Eski limanda birbirinden lüks yatlar demirlemiş durumda, gelip geçeni seyretmek ve limana karşı keyif yapmak için Senequier oldukça ideal bir seçim olmuş, bir de ilk sıradaki masalardan birine oturunca daha da keyifli oldu herşey.

Foto Galeri 3

Kahvelerimizi yudumlarken, bir yandan da Türk garsonumuzun tavsiyesi ile masaya sipariş vermek yerine içerideki pastane kısmından aldığımız “tarte tropezienne” den birer ısırık aldık. Menüde 14 € olan bu tartı pastane kısmından yarı fiyatına alıp masanızda yiyebilirsiniz. Türk’ün Türk’e kıyağı oldu yani anlayacağınız, garsonumuz da iyi bir bahşişi haketti bize verdiği bu tiyo ile :) Senequier’de cappuccino ise 9 €.

Tart tropezienne, St-Tropez ile özdeşleşmiş bir tatlı çörek.

1950’lerde Polonyalı bir fırıncının St Tropez’de bir fırın açması ve St Tropez’i meşhur eden “Ve Tanrı Kadını Yarattı” film setinin yemeklerini hazırlamakla görevlendirilmesine dayanan bir öyküsü var.

Brigitte Bardot bu tartı çok beğenmiş ve onun önerisiyle ismi “tart tropezienne” olmuş. Alman pastasına da benzeyen beyaz bir hamur arasında yine beyaz bir krema ve üzeri pudra şekerli bu tartı biz çok sevdik, siz de mutlaka deneyin.

Eski limandan sonra St-Tropez’in diğer önemli noktası “Places des Lices” meydanı. Çınar ağaçlarının yer aldığı geniş meydana bakan cafeler ve restoranlar var.

Meydanların vazgeçilmezi pazarlar burada Salı ve Cumartesi günleri sabahtan pazar kuruluyormuş. Saat itibariyle biz pazara denk gelmedik ama belki size kısmet olur.

Bu meydanda bir de çok önemli bir cafe var: “La Tarte Tropezienne” Burası orijinal tarife sahip cafe. Elimiz boş çıkmadık tabii ki de bir tane tart tropezienne (7 €) bir de çikolatalı tartı (6 €) paket yaptırdık, sonrasında biraz daha St-Tropez sokaklarında gezip saat 18:30 civarında iki gece konaklayacağımız Nice’e doğru yol almaya başladık.

Nice

St-Tropez-Nice arası yaklaşık 100 km, Frejus’a kadar sahilden sonrasında da otoyoldan devam ederek, yaklaşık 1,5 saat sonra Nice’e vardık.

Nice’de iki gece konakladığımız otel, “Grand Hotel le Florence” fiyat/kalite endeksinin oldukça yüksek olduğu bir oteldi. İki gece için kahvaltı hariç toplam 128 € ödedik.   Otelimiz, Nice’in trafiğe kapalı önemli caddelerinden biri olan Av. Jean Medecin‘e iki adım mesafedeydi ve otelin hemen yanında Park Etoile kapalı otoparkı vardı.

Şehir genelindeki park yeri sorunu kapalı yeraltı otoparklarıyla oldukça iyi çözülmüş durumda. Genellikle otoparklar ilk yarım saat için ücretsiz, ayrıca oldukça bakımlı ve temiz.

Arabayı parkedip otele yerleştikten sonra akşam yemeği için “Cours Saleya“ya gittik. Cours Saleya Nice’in önemli turistik noktalarından biri, gündüzleri çiçek pazarı kurulan hem meydan hem de yaya caddesi olarak tanımlayabileceğimiz bu alanı akşamları sıra sıra restoranlar ve cafelerin masa ve sandalyeleri dolduruyor.

Cumartesi akşamı olduğu için heryer çok kalabalık ve canlıydı. Bir kaç tur attıktan sonra yemek için “Le Marche” ye oturduk. Bu akşam menümüzde, “moules mariniere/soğanlı ve beyaz şarap soslu midye” (12 €) ve “risotto aux fruits de mer/deniz mahsüllü risotto” (16 €) vardı.

Foto Galeri 4

Yemeğin yanında iki kadeh de kırmızı şarap içtik (kadehi 7 €). Gerçekten de her iki yemek de çok lezzetliydi. Kapanışı esspresso (1,90 €) ile yaptık.

Garsonumuz da çok muhabbetli birisiydi. Bir süre Türkiye’de maden işi yapan bir firmada çalışmış,  bizim de Türk olduğumuzu öğrenince çok ilgilendi ve Fransızlardan beklenmeyecek bir samimiyet gösterdi bize, buradan kendisine teşekkürü bir borç bilirim :)

Yemekten sonra birşeyler içmek için Cours Saleya’daki Blast‘a oturduk. Bir mojito (9 €) ve bir caipirinha (9 €) ısmarladık.

Gece henüz bitmemişti, sırada Nice’in önemli bir club’ı olan High vardı. Benim enerjim giderek azalsa da sahilden High’a kadar yürüdük. High, meşhur Negresco Oteli’ne yakın, Promenade des Anglais Caddesi üzerinde yer alıyor.

Mekanın önünde şık kıyafetler içinde bekleşen gençler vardı. İçeriye girişte dress code/kıyafet kuralları varmış. Ayağımdaki spor ayakkabılar ile mekana girmeme izin verilmedi !! Her ne kadar dans edecek enerjim az olsa da, mekanın kapısından çevrilmeyi beklemiyordum. Biraz laf döksek de kapıdaki görevliye işe yaramadı malesef, mecburen sıradan çıktık ve otelimizin yolunu tuttuk.

Fransa-Cote d’Azur

3 gece 4 gün (2 yarım gün bir tam ederse 3 gece 3 gün) Fransız Riviera’si :)  

Eşimin bu seneki iş seyahatinin sonuna dahil olmam için aylar öncesinden yaptık planı. Her sene Mart’ta Cannes’da düzenlenen gayrimenkul Fuarı MIPIM’e bu sene de katılacaktı ne de olsa. Yazının Devamı…

Yandex.Metrica