Pazar günü için planımız, Nice’den yola çıkıp, bu sefer Cote d’Azur’un doğu kısmını gezmek, Monoco’yu görmek, hatta İtalya sınırını geçip Sanremo’ya kadar gitmekti.
Gün içindeki rotamız harita üzerinde şu şekildeydi:
Kahvaltı yapmadan otelden çıktık, arabamızı otoparktan aldık 9:30 civarında, akşam 20:30 sabah 9:30 arası için otoparka ödediğimiz rakam 12,90 €.
Cours Saleya‘ya yakın bir başka otoparka parkettik. Özellikle sabah Cours Saleya’ya uğramak istememizin sebebi, salıdan pazara burada kurulan çiçek pazarıydı. Pazar günleri 13:30’a kadar açık olan çiçek pazarı tabii ki Nice’de görülmesi gereken yerlerden. Mevsim bahara yakın olunca, güneşli bir havada rengarenk çiçeklerin arasında dolaşmak “keyif” sözcüğü ile tanımlanabilir sadece..
Kahvaltımızı Cours Saleya’da yer alan “Le Coin Quotidien” de yaptık. Menüden bir continental kahvaltı (9,70 €) bir de perdu (7,90 €) seçtik. Continental kahvaltının içinde, portakal suyu, kruvasan, ekmek çeşitleri, terayağ, reçel ve çay/kahve vardı. Perdu ise french tost ve çay/kahveden oluşuyordu. Güneşin altında ısınarak keyifli bir kahvaltı yaptık.
Kahvaltıdan sonra çiçek pazarını dolaştık. Çiçekler dışında şekerlemelerin ve meyvelerin de satıldığı pazar oldukça düzenli. Meyvelere dayanamadık, birer kap çilek ve böğürtlen aldık yolluk :)
Saat 11:00’e doğru Nice’den ayrıldık. ilk durağımız Villefranche sur-Mer’di.
Villefranche sur-Mer
Villefranche sur-Mer Nice sadece 7 km uzaklıkta, Fransız Rivierası’nın en güzel kasabalarından birisi. Cap Ferrat yarımadasının oluşturduğu harika bir koya sahip.
Villefranche’nin limanı, Nice limanının aksine cruise gemilerinin demirleyebileceği derinliğe sahip olduğundan, tüm cruise’lar buraya demirliyormuş.
Kasabanın sahil yolundan tüm koyu dolaştık. Sahil yolunun bittiği noktada yol boyunca otopark ve plajlar yer alıyor. Henüz sezon açılmadığından otoparka giriş ücretsiz. Biz de bu otopark kısmından geçip, yolun sonuna kadar gittik.
Sahilde piknik yapanlar, güneşlenenler hatta denize girenler bile vardı. Fotoğraf molasının ardından bu güzel kasabayı geride bırakıp Cap Ferrat’a doğru devam ettik.
Cap Ferrat
Cap Ferrat (Ferrat Burnu) yarımadası Cote d’Azur’un en lüks ve pahalı villalarının yer aldığı önemli yerlerden biri, özellikle “güzel dönem”i (belle epoque) yansıtan villalar yer alıyor. Buradaki bazı villalar günümüzde müze-ev statüsünde ve gezilebiliyor. Biz de “Villa Ephrussi de Rothschild“i gezdik.
Villefranche’den yaklaşık 4 km mesafede yer alan Ephrussi de Rothschild villasını ve bahçelerini gezmek için kişibaşı 13 € ödemek gerekiyor.
Bu villa, Beatrice Ephrussi de Rothschild için 1905-1912 yılları arasında inşaa edilmiş. Beatrice döneminin önemli bankacılarından ve sanat kolleksiyonerlerinden Baron Alphonse de Rothschild’in kızı.
Kötü bir evlilikten sonra eşinden boşanan Beatrice babasının ölümünün ardından yüklü miktarda bir mirasın sahibi olmuş ve bu villayı yaptırmaya karar vermiş. 1912’den ölümüne kadar bu villayı kışları kullanmış. Yarımadanın dar ve yüksek bir noktasına inşaa edilen pembe villanın hem doğu hem de batı tarafından manzarası harika.
Villanın içini gezmek küçük bir sarayı gezmek gibi, dönemini yantısan şekilde dekore edilmiş villada, lüks mobilyalar, objeler, halılar, porselen kolleksiyonu ve sanatsever Beatrice’in resim kolleksiyonunu göreceksiniz.
Girişte verilen sesli rehber ile villanın detayları ve Beatrice’in hayatı ile ilgili detaylı bilgi edinebilirsiniz.
Villa Ephrussi de Rothschild’den bahsetmişken villanın tematik bahçelerinden bahsetmeden geçmek olmaz. 9 ayrı temaya sahip bahçeler; İspanyol, Floransa, Taş, Japon, Egzotik, Gül, Provans, Fransız ve Sevres (Fransız porseleni) bahçeleri olarak adlandırılmış.
Bahçeler yürüme yolları ile birbirine bağlanmış, zaman zaman ufak doğal havuzlar ve şelaleler tasarlanmış. Bahçeler içerisinde gezerken, manzara noktaları da var elbette.
Fransız bahçesinde yer alan havuzdaki fıskiyelerin 20 dakikada bir müzik eşliğinde dansettiğini de hatırlatmak isterim.
Vaktimiz kısıtlı olduğundan villanın içini ve bahçeleri hızlıca gezdikten sonra fazla oyalanmadan yola koyulduk. Sıradaki durağımız Eze’ydi ancak giriş sapağını kaçırınca Monaco’ya doğru devam ettik, yaklaşık 18 km sonra Monaco’daydık.
Monaco
Sadece 1,9 km2’lik yüzölçümüne sahip Monaco, New York’ta yer alan Central Park’tan daha küçük bir alanı kaplıyor. Bu nedenle dünyanın Vatikan’dan sonra en küçük ülkesi ünvanını da elinde bulunduruyor.
1297 yılında Grimaldi ailesinin bu toprakları ele geçirmesinden bugüne Grimaldi ailesi tarafından yönetilen Monaco, bir dönem Fransa egemenliği altına girmiş, II Dünya Savaşı sırasında Nazi orduları tarafından işgal edilmiş olsa da günümüzde Prens’lik ile yönetilen bir şehir devlet.
Monaco, Avrupa Birliği’ne üye olmamasına rağmen, sınır geçiş formalitelerini uygulamıyor ve para birimi olarak Euro kullanıyor.
Bence Monaco’lu olmak çok ilginç bir his olmalı, zira bu küçük ülkenin nüfusunun sadece %22’si civarında Monaco’lu varmış, diğer insanlar çoğunlukla Fransız, İtalyan ve İngiliz’miş.
Arazinin kısıtlı olması Monaco’yu üstüste bir ülke yapmış, heryeri gökdelenler kaplamış. Bu hali ile bende beğeni uyandırdığını malesef söyleyemeyeceğim.. Bazı yollar binaların altından geçiyor.. Denizi doldurarak arazi yaratmaya çalıştıklarını söylememe bilmiyorum gerek var mı?
Monaco denince akla ilk gelen yer aslında Monte Carlo kumarhanesi ve lüks arabalar, bir de Formula 1 Monaco Grandprix’i.
Monaco sokaklarında biraz arabayla turladıktan sonra Monte Carlo kumarhanesinin olduğu bölgede bir otoparka parkettik ve bu kumarhane meydanına yürüdük.
Monte Carlo kumarhanesinin tarihi 1863 yılına kadar gidiyormuş. III. Charles tarafından kurulan kumarhane, o kadar başarılı bir işletmeye dönüşmüş ki, 1870’ten sonra halktan vergi toplanmasına gerek kalmamış. Günümüzde halen Monaco’lular vergi ödemiyorlarmış !!!
Monaco’ya gelip de bu lüks meydanda oturmamak olmaz diyerek meydana bakan Cafe de Paris‘ e oturduk. Şansımıza hem de birinci sırada yer bulduk. Dış alanda sadece içecek ve tatlı servisi yapılıyormuş, iç kısımda ise yemek. Karnımız acıkmıştı ama iç kısma oturmak da hiç istemiyorduk. Garsona sorunca sadece klüp sandviç var yiyecek olarak dedi, tamam hayalimizdeki öğle yemeği bu değildi ama hava o kadar güzeldi ki kapalı kısımda oturmayı hiç istemedik. Sandviçlerin yanına iki de bira söyledik ve gelen geçeni izlemeye başladık.
Bir süre sonra önümüzden geçen Ferrari’leri saymaz oldum. Casino’nun önünde park halinde duran arabalar ise lüks bir oto galeriden farksızdı Ferrari, Porche, Bentley ve diğerleri…
Cafe de Paris’te geçirdiğimiz vakit o kadar keyifliydi ki sonunda ödediğimiz hesap bile keyfimizi kaçırmadı, özellikle TL’ye çevirince dünyanın en pahalı birası (15 €) ve sandviçini (17 €) yemiş olabiliriz !!
Sırada tabii ki casinonun içini gezmek vardı. İlk girişte yer alan salonda otomatik makinalar var, sonrasında ise rulet masaları. Bu kısımlar herkese açık, ancak diğer salonlar sadece belirli bir miktar üzerinde para harcamayı göze almış kumarbazlara özel. İçeriye girerken çantalarınızı ve fotoğraf makinalarınızı vestiyere bırakmanız gerek, içeride fotoğraf çekmek yasak.
Benim de eşimin de kumarhane kültürümüz olmadığından bizim için turistik bir tur oldu kumarhanenin içini görmek.
Casino binasının etrafında dolaşıp deniz tarafına geçtik, buradaki bahçelerin arasında bir tur attıktan sonra Monaco’dan ayrılma vaktinin geldiğine karar verdik.
Ventimiglia
Monaco’dan yaklaşık 10 km sonra Fransa sınırının son kasabası olan Menton var, ufak şirin bir kasaba, burada durmadan yolumuza devam ettik.
Menton’dan 11 km sonra İtalya’nın ilk yerleşimi olan Ventimiglia‘ya vardık. Şehri ikiye ayıran Roia Nehri, aslında eski şehir ve yeni şehri de fiziksel olarak birbirinden ayırmış.
Nehrin batısındaki tepeye kurulmuş olan eski şehir aşağıdan güzel ve tipik bir İtalyan ortaçağ kasabası panaroması sunuyor: Solan renkli cepheler ve yeşil panjurlar :)
Eski şehrin olduğu kısıma doğru gittik ve arabayı parketip sokaklarda dolaştık. Eski şehir tarihi turistik bir yerden çok insanların yaşadığı ve günlük hayatın devam ettiği bir yer izlemini yarattı bizde. Sokakların bazılarında yenileme çalışmaları sürse de genel anlamda eski şehrin bakımsız olduğunu da söylemek zorundayım.
Sokaklarda yüksek ses tonuyla birbirleriyle konuşan İtalyan’lar, sınırı geçip ülke değiştirdiğimizin en büyük kanıtıydı :) Seviyorum bu milleti :)
Nehrin doğusunda sahil şeridinde kurulan, daha bakımlı ve düzenli olan yeni şehri sahil yolundan transit geçerek günün son durağı olan Sanremo’ya doğru devam ettik.
Senremo
Sanremo‘ya kadar gitsek mi diye bir tereddüt yaşadık ama Ventimiglia – Sanremo arası yaklaşık 17 km olunca devam edip burayı da görmeye karar verdik.
Orijinal gezi planında Sanremo belirsiz olunca araştırmadan gezdik bu şehri. Bu küçük İtalyan şehrinin tarihinde bazı önemli olaylar olmuş, döndükten sonra seyahat yazılarımı tamamlarken öğrendim. Kısaca paylaşayım da tarih bilgilerimiz pekişsin :)
Sanremo I. Dünya Savaşı’ndan sonra 1920’de Osmanlı topraklarının paylaşılması ve Osmanlı ile yapılacak Sevr Antlaşması’nın şartlarının hazırlanması için yapılan milletlerarası Sanremo Konferansı’na ev sahipliği yapmış. Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı VI. Mehmet Vahdettin ve ailenin diğer üyeleri Cumhuriyet’in kurulmasıyla sürgüne Sanremo’ya gönderilmiş.
Sanremo’da “Piazza Cristoforo Colombo“da arabamızı otoparka bırakıp, şehirde biraz yürüyüş yapmaya karar verdik.
Şansımıza meydanda hediyelik eşyalar, antikalar, çiçekler ve diğer şeylerin satıldığı bir pazar kurulmuştu. Pazarı hızlıca dolaştıktan sonra trafiğe kapalı olan “Corso Giacomo Matteotti“ caddesinde yürüdük. Bu cadde oldukça canlı ve kalabalıktı.
Caddenin sonunda görkemli binasıyla “Sanremo Casino“su yer alıyordu. Günün yorgunluğu üzerimize çökmeye başlarken, caddede yer alan kafelerden birinde bir kahve molası verdik, americano 2,5 €. Molanın ardından aynı caddeden gezerek Cristoforo Colombo meydanına döndük.
Meydana bakan bir dondurmacı pembe tabelesıyla sizin de dikkatinizden kaçmayacaktır: “Gelateria Lollipop“
İtalya sınırlarından bir İtalyan dorduması yemeden ayrılmak olmazdı. Dondurmamızı alıp, dönüş yoluna çıktık.
Genel olarak Cote d’Azur sahil yolunda sık sık yerleşim olduğu için kırmızı ışıklar ve yaya geçitleriyle durmak zorunda kalacağınızdan km olarak kısa görünen mesafeler tahmin edeceğinizden uzun sürecek benden söylemesi.
Dönüş yolunda hava kararmaya başlayınca Eze’ye dönüşte uğrarız düşüncesi yalan oldu malesef, Nice’e daha hızlı varmak için Monaco’dan sonra otoyola çıktık. Saat 20:00 civarı Nice’e vardık.
Akşam yemeğine Nice’deyiz..
Arabamızı otelin hemen yakınındaki otoparka bırakıp, hızlıca akşam yemeği için hazırlandık ve bir gece önce çok keyif aldığımız Cours Saleya’ya gittik. Günlerden pazar olunca bir önceki gecenin kalabalığı yoktu.
Bir iki tur attıktan sonra yemek için “Chez Freddy“i seçtik. Cote d’Azur’daki son yemeğimizde menümüzde; “mussels marinieres/soslu haşlama midye” (15,90 €), “prawns with garlic and spicy sauce/sarımsaklı ve baharatlı karides” (17,50 €), “aioli 3 fish/3 balıklı aioli” (24,90 €).
Aioli; Nice mutfağına özgü bir yemek, denemek istedik bizde. Balık ve çeşitli sebzeler buharda pişirilerek hazırlanıyor, yemeğin yanında sarımsaklı sos ile servis ediliyor. Oldukça sağlıklı bir yemek, bir iki başlangıçtan sonra iki kişi paylaşılabilir.
Yemeğin ardından birşeyler içmek için nereye gitsek diye dolanırken, bir önceki akşam yemek yediğimiz mekanın Türk dostu garsonu ile karşılaştık, bizi restoranın sahibinin oğlunun yeni açtığı bir pub’a yönlendirdi. Hatta bizi iyi ağırlamaları için bir not yazıp elimize verdi. Nerde Fransız burnu büyüklüğü, soğukluğu? eser yok !!
Elimizde notumuz, tarifi takip edip bulduk mekanı. Herhalde günlerden pazar olunca ve pek müşteri olmayınca erken kapatmış diyerek yol üzerinde gördüğümüz bir başka bara oturduk.
Madem yemekte Fransa’ya özgü bir tat denemiştik, son içkilerde Fransız olsun diyerek “pastis” (8 €) söyledi eşim. Bense bari en azından değişik bir bira deniyeyim dedim ve menüden “monaco” isimli bir bira ( 7 €) seçtim.
İçkiler masamıza geldiğinde ufak çaplı bir şaşkınlık geçirdim. Biram kırmızı renkliydi ve tadının birayla ilgisi yoktu. Soda ile tatlı bir meyvesuyunun karışımı gazlı bir içecekti. Dayanamayım google’a sordum. Meğerse Monaco biralı bir koktelymiş, içerisinde bira, soda ve narsuyu olan. Çok sevemedim Monaco’yu, hepsini de bitiremedim.
Otelimize dönüş yolunda garsonun yazdığı notun arkasına “geldik, sizi bulamadık artık bir daha ki sefere” yazıp kapının altından attık. Kimbilir kim buldu notumuzu :)