All posts by admin

Jeita Grotto, Harissa & Byblos

Pazar günü için planımız, Beyrut’un yakın çevresini gezmekti. Bu tur için bir taksi ayarlamıştık İstanbul’dan. Seyahat öncesi çalışmalarımda Çukurcumatimes’ın blogundan taksici Hüseyin’in mail adresini (lebanon.tours@yahoo.com) bulmuştum.

Lbn4_2 Attığım maile 10 dakika sonra cevap gelmesi beni çok şaşırttı. İnsan bir taksiciden bu hızı beklemiyor açıkcası. Bir kaç kez mailleştikten sonra günübirlik Jeita Grotto, Harissa ve Byblos turu için 100 $’a anlaştık.

Taksimiz bizi saat 9:00’da aldı, şöforümüzün adı Kasım, arabası da içi geniş bir Toyoto’ydu. Anlayacağınız, taksici Hüseyin işleri baya bir büyütmüş, başka taksici arkadaşlarını da organize etmiş, günübirlik Beyrut çevresine turlar düzenliyor, girişimci insanın hali bir başka oluyor doğrusu ..

Beyrut – Jeita Grotto arası yaklaşık 22 km. ancak trafik çok yoğun olduğu için Jeita Grotto’ya vardığımızda saat neredeyse 10:00 olmuştu.

Jeita Grotto mağarası mutlaka mutlaka ve mutlaka görülmesi gereken bir yer. Sakın Beyrut’tan burayı görmeden dönmeyin. Bir mağara ne kadar güzel olabilir ki ??? sorusu gelirse aklınıza, bu mağara bu soruya tokat gibi bir cevap, benden söylemesi..

Giriş ücreti 18.500 LL (12 $). Biletleri aldıktan sonra kısa bir teleferik yolculuğu ile Upper Grottoya yani üst mağaraya çıktık. Mağaraların içerisinde fotoğraf ve video çekimine malesef izin yok. Bu nedenle burada gördüğünüz tüm fotoğraflar internetten bulduklarım..

Üst mağara, toplam 2.130 m uzunluğa sahip ancak, sadece 750 m’lik kısmı ziyarete açık. Mağaranın içine yürüyüş yolları ve çok güzel aydınlatmalar yapılmış. Doğanın harikalığı karşısında şaşırmamak ve hayran kalmamak mümkün değil. Halen oluşumları devam eden onlarca sarkıt ve dikikler var içeride. Bunlardan bazıları birleşmiş durumda..

Lbn4_3

Mağaranın en yüksek yeri, 120 m. sanki hiç yer altında değilmişiz gibi. Dünyanın en uzun sarkıtı da bu mağarada yer alıyormuş ve uzunluğu 8,2 m’ymiş.

Mağaranın içi oldukça nemli ve dışarıya göre serin. Bu nedenle içeriye girerken bir hırka giymek, dolaşırken de kaymamaya dikkat etmek gerek.

Lbn4_4

Üst mağaradan sonraki durak, minik elektrikli tren ile, alt mağara yani Lower Grotto. Alt mağarada bir başka macera bizi bekliyor, çünkü bu mağarada üst mağaradaki gibi yürüyüş yolları yok, bu mağaranın içi su dolu ve mağaranın içi bot turu ile geziliyor.

Üst mağaradan 60 m. aşağıda konumlanmış olan alt mağara 6,2 m. uzunluğa sahip ancak bot turunda sadece belirli bir mesafeye kadar ilerlenebiliyor.

Kışın yağışlar çok olunca, mağaradaki su seviyesi yükseldiği için malesef mağara kapalı oluyormuş. Seyahat planı yaparken bu güzelliği kaçırmamaya dikkat edin :)

Jeita Grotto’nun, Doğanın Yeni 7 Harikası yarışmasında 28 finalist arasında yer aldığını da söylemeden geçmek olmaz.

Son olarak, Jeita Grotto mağaralarını özetlemek gerekirse şu kelimelerden herhangi biri seçilebilir: muhteşem, harika, büyüleyici…

Jeita Grotto sonrasında sıra Joinehten teleferik ile Harissa dağına çıkış var. Jeita Grotto’tan teleferiğe bineceğimiz nokta yaklaşık 10 km.

Kısa yolculuktan sonra küçük kabinleri olan teleferiğe bindik. Kişi başı gidiş dönüş fiyat 9.000 LL (11 TL). Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuktan sonra sahilden yaklaşık 600 m yukarıdaydık. Teleferik yolculuğun başında apartmanların arasından oldukça yakın geçti, sonrasında da ağaçların içinden geçerek yükseldi.

Teleferikten indiğimiz kısımda yeme içme alanları ve hediyelik eşyacılar vardı. Bu alandan merdivenler ya da bir başka tren ile Meryem Ana Heykeli ve kilisenin olduğu kısma çıkılabiliyor. Buranın sembolü olan ve Our Lady of Lebanon ismiyle de bilinen Meryem Ana heykeli oldukça popüler. Merdivenlerden çıkmaya üşendik, trende de çok sıra olunca Meryem Ana Heykeli’nin yanına kadar gitmedik.

Teleferikten indiğimiz noktada, uçsuz bucaksız Akdeniz ve Beyrut manzaranın tadını çıkardık, fotoğraflar çektik, bir kahve içip teleferik ile tekrar aşağıya indik.

Lbn4_5

Harissa’dan sonraki durağımız ise küçük balıkçı kasabası Byblostu. Teleferikten indiğimiz Joineh’ten 20 km uzaklıkta yer alan Byblos UNESCO koruması altında olan yerleşimlerden biri. Neolitik çağlardan beri kesintisiz olarak yerleşimin olduğu Byblos’ta yüz milyon yaşında balık fosilleri görmek ve Fenikeliler’in antik limanında dolaşmak mümkün.

Eski çağlarda papirüs kağıdının ticaretinin de yapıldığı “Byblos” ismi, Yunanca “papirus” anlamına geliyormuş. Bugünkü modern latin alfabesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi Bibloslular’ın bulmuş olması da bu kasaba ile ilgili ilginç bir detay.

Lbn4_6

Byblos günümüzde hem turistik bir yer hem de Lübnan’lılar için bir sayfiye yeri. Limana bakan koy kenarında yanyana kafeler ve restoranlar sıralanmış durumda. Zaten küçük olan kasabayı yürüyerek dolaştıktan sonra bir kafede oturup hafif birşeyler atıştırdık. Eğer aç gelecek olursanız herkesin dilinde sadece Chez Pepe var, harika bir balık restoranıymış.

Byblos’un bir de çarşısı var, trafiğe kapalı bir caddede, karşılıklı hediyelik eşyacıların yer aldığı. Buradan her türlü hediyelik eşya alabilirsiniz. Kendi aranızda konuşurken, tezgahtar sizinle Türkçe konuşursa şaşmayın. Yıllar önce Türkiye’den göç etmiş ama Türkçe’yi unutmamış Ermeniler ile karşılaşabilir ve indirim alabilirsiz. :)

Saat 16:30’ya geldiğinde yavaş yavaş Beyrut’a dönüş vakti gelmişti. Beyrut’a yaklaşık 40 km mesafedeydik, biraz trafiğe takıldık, Byblos’tan dönüşümüz neredeyse bir saati buldu.

Beyrut’un yakın çevresini de görüp Lübnan’ı biraz daha tanımak için güzel bir güzergah ve günübirlik bir gezi oldu.

Beyrut’ta son akşam yemeği ve genel değerlendirme sonraki sayfada..

Beyrut’ta veda..

Jeitta Grotto, Harissa ve Byblos’tan oluşan günübirlik turumuzun sonrasında otelde biraz dinlendik ve valizleri hazırladık. Sonra yine Beyrut sokaklarına attık kendimizi Hamra’da arka sokaklarda dolaşmaya başladık ve keyifli fotoğraflar çektik.

Lbn3_2

“Amerikan Üniversitesi” kampüsünün tam karşısında, Rue Bliss üzerinde yer alan bu fast food restoranının ismini çok beğendik :)

Food 101 – the faculty of food & art

Bir gün herhangi bir üniversite çevresinde bir restoran açarsam ismi şimdiden belli :)

Lbn3_3

“Amerikan Üniversitesi”nde bir şenlik vardı. Üniversite’nin kapısından içeriye girdik, konser alanından gelen müzik çok da ilgimizi çekmeyince kampüsün içinde yürüyerek sahil tarafındaki kapıdan çıkıp Corniche’e ulaştık.

Güneş bakmak üzereydi ve Corniche çok hareketli ve neşeliydi…

Lbn3_4

Akşam yemeğini “Zaitunay Bay” de yani marinada yemeğe karar vermiştik. Corniche’ten yürüyerek marinaya ulaştık.

Marina’da bir İtalyan restoranı olan Pomodoroya oturduk, Vejeteryan Pizza (25.500 LL – 30 TL), Spaghetti Aglio Olio Peperoncino/Sarımsaklı ve Acı Yağlı makarna (17.500 LL-21 TL), Almaza Bira (7.500 LL-9 TL), Perrier büyük su (5.500 LL-6,5 TL) ve espresso (4.900 LL-6 TL) ile karnımızı doyurduk. Akşam yemeğinden sonra marinada dolaştık.

Lbn3_5

Günün yorgunluğu üzerimize çökmeye başlayınca çok geç olmadan otele döndük ve uçaktan önce bir iki saat uyuduk. Uçağımız sabaha karşı 04:10’daydı. Otelden pazar sabahı çıkış yapmamız gerekmesin diye 3 gecelik yapmıştık rezervasyonu. Gündüz birlikte gezdiğimiz taksicimiz gece 02:00’de aldı bizi ve 25 usd’ye havalimanına bıraktı.

Dolu dolu geçen iki günün sonunda  Lübnan’la ilgili aklımızda Bekaa Vadisi ve Baalbek kaldı. Bir günümüz daha olsaydı oralara da gidebilirdik, ya da bir gecemizi sabahlara kadar eğlenceye ayırabilirdik..

Beyrut sokaklarında gezerken tezatlıklar görmeye hazırlıklı olun, bir yanda oldukça lüks yüksek katlı binalar, diğer yanda savaştan sonra hiç yenilenmemiş, üzerinde mermilerin açtığı deliklerin yer aldığı binalar… aynı kadraja sığacak kadar içiçeler..

Şehir hayatından sıkıldığınız bir haftasonu kaçamağı için oldukça iyi bir alternatif Beyrut,  hem yakın, hem vizesiz. Bu açıdan kesinlikle tavsiye ediyorum :)

Gelelim işin maliyet boyutuna; bu haftasonu kaçamağı bize toplam 1.050 usd’ye maloldu, bu rakamın 750 usd’si otel ve ulaşım (uçak, taksi vs.), 400 usd’si ise diğer harcamalarımız (yemek, hediyelik eşyalar, giriş ücretleri vs.)

Beyrut’u geziyoruz…

Sabah 8:15’te kalktık, kahvaltıya indik. Kahvaltı açık büfeydi ve oldukça güzeldi. Avrupa’daki otellerde bulamayacağınız, domates, salatalık ve zeytin vardı, peynir-reçel çeşitleri ve Lübnan mutfağına özgü bir pizza (Manoushe ya da Thym Pie) çeşidinin minik versiyonları vardı kahvaltıda.

Lbn2_2

Saat 9:00’u biraz geçerken otelden çıktık ve kendimizi Beyrut sokaklarını keşfetmeye adadık. İlk önce otelimize çok yakın olan Turist Info’ya uğradık. Şehirle ilgili harita ve broşürlerle, bize çok yardımcı olan görevli bayandan bilgiler alıp, bizden bir hatıra olarak Türk bayrağı çıkartması hediye ettik. Rotamızı şehrin merkezi olan Downtown bölgesine doğru çevirdik.

Downtown adı üzerinde şehrin merkezi ve şehre ait önemli yapılar bu bölgede yer alıyor.

Downtown iç savaş sırasında çok zarar görmüş ve burada yer alan binaların neredeyse tamamı aslına uygun olarak yenilenmiş. Bu yenileme de 2005 yılında suikasta kurban giden; iki kez Lübnan başbakanı olan ve 2002’de dünyanın en zengin 4. kişisi olarak listeye adını yazdıran Refik Hariri’nin şirketi “Solidere” tarafından yapılmış. Solidere Fransızca bir dizi kelimenin baş harflerinden oluşan bir kısaltma: “Société libanaise pour le développement et la reconstruction de Beyrouth” yani “Beyrut’un geliştirilmesi ve yeniden inşaa edilmesi için kurulan Lübnan şirketi”.

Foto Galeri 1

Zaten zengin olan Refik Hariri’nin savaş sırasında harabeye dönen binaları ucuz fiyatlara aldığı ve savaş sonrasıda yenileyerek, yüksek fiyatlara satıp zenginliğine zenginlik kattığı söyleniyor. Ülkesini yenileme ve geliştirmeye çok emek harcadığını düşünenler kadar, bu işler sebebiyle fırsatçılık yaptığını düşünenler de var. Yani seveni de çok söveni de..

Solidere neler yapmış merak ederler için skyscrapercity’de birçok önce ve sonra fotoğrafı var, ben de zaten bir kaç tane örneği burada paylaştım.

Downtown’da görülmesi gereken yerler,  Place d’Etoile ya da Nejmeh Meydanı olarak anılan saat kulesinin yer aldığı meydan ve bu meydanın çevresinde yer alan yapılar ve Beirut Souks yani Beyrut Çarşısı.

Camii ve kilise yoğunluğunun bu kadar yüksek olduğu bir alan şimdiye kadar görmediğimi düşünüyorum. Bu meydanın yakın çevresinde üç camii: “El-Ömer Camii”, Amir Assaf Camii ve Muhammed El-Emin Camii ve üç kilise var: “St. Elias Katolik Kilisesi, St. George Ortadoks Kilisesi, St. George Maronite Katedrali.

Günümüzde yaklaşık %50-50 civarında olan Hristiyan-Müslüman nüfus dengesinin bir göstergesi belki de her iki dine de hizmet eden ibadethanelerin sayısının eşitliği.

Ancak tüm bu yapılar içinde en görkemlisi hangisi diye sorarsanız Muhammed El-Emin Camiiderim. Mavi kubbeleri ile kendini her yerden gösteriyor. Sultanahmet Camii’ne benzetildiğini söylüyor rehber kitabımız ama bence bu benzerlik Sultanahmet Camii’nin turistler tarafından Blue Mosque olarak anılması ve bu camiinin kubbelerinin mavi olmasından kaynaklanıyor. Yoksa Sultanahmet Camii kadar görkemli asla değil..

Yürüyüş rotamız “Wygand Caddesi üzerinden olduğu için Nejmeh Meydanı’ndan önce Beyrut Çarşısı’na (Beirut Souks) uğradık. Burayı nedense Kapalı Çarşı gibi eski bir yapı olarak canlandırmıştım gözümde ama yarı açık konseptte oldukça modern bir alışveriş merkezi çıktı karşımıza. Beyrut Çarşısı’nda birçok uluslararası markanın mağazası var.

Lbn2_7

Çarşının kuzey çıkışındaki meydanda bir “Organik Pazar” ve çeşitli ülkelerin mutfaklarından lezzetlerin satıldığı bir renkli pazar karşıladı bizi. Daha sonra sadece Cumartesi günleri kurulduğunu öğrendik pazarın. Bir limonata alıp serinleyerek gezimize devam ettik Nejmeh Meydanı’na doğru.

Oldukça Avrupai olan Nejmeh Meydanı’nda, meydana bakan cafelerde nargile ya da kahve molası verilebilir ama biz henüz yorulmadığımızdan meydanın arkasındaki Roma harabelerinin yanından yürümeye devam ettik. St. George Maronite Katedrali’nin yanından geçtik ve Muhammed El-Emin Camii’nin girişine ulaştık. Camii’nin içine girmeden önce ben siyah çarşaflara büründüm. Camii’nin içi güzel ama yine Sultanahmet Camii ile yarışamaz.

Lbn2_8

Muhammed El-Emin Camii’nin hemen yanında Ramazan çadırına benzer bir çadır vardı. Lübnan için oldukça önemli olan “Refik Hariri’nin mezarı”nın neden bu kadar derme çatma bir yapı içinde olduğuna anlam veremedik ve içine girmedik.

Sırada Martyr’s Meydanı ve Martyr’s Anıtı vardı. İç savaş sırasındaki çatışmalardan nasibini almış heykel üzerinde oldukça fazla kurşun deliği var.

Beyrut ile ilgili ön araştırmalarda bir çok blogta arka fonda Muhammed El-Emin Camii’nin mavi kubbesi önde Martyr’s Anıtı’nın yer aldığı fotoğraf görmüştüm, benzer bir kare çekmek bize de farz olmuştu :)

Lbn2_9

Saifi Village’dan sonra Rue Gourouda doğru yöneldik. Bu cadde Beyrut gece hayatının merkeziymiş. Biz öğlen saatlerinde Rue Gouroud’da olduğumuz için pek bir hareket yoktu. Caddedeki binaların çoğu da Downtown’daki yenilenen binaların aksine bakımsız durumdaydı, elektrik kabloları sokağı süslüyordu, duvarlar da yazılarla doluydu…

Caddenin sonuna kadar yürüdükten geri döndük ve öğle yemeği için Le Chefe oturduk. Le Chef, Lübnan mutfağından yemekler sunan bir esnaf lokantası. Meze çeşitleri sabit olsa da ana yemeklerde günlük değişen bir menüsü var.

Lbn2_11

Başlangıç olarak meze çeşitlerinden humus, fava ve muttabal söyledik. Humus ve favayı zaten biliyoruz, mutabbal ise tahinli patlıcan ezmesi.

Fava alışkın olduğumuzdan biraz farklı geldi, biraz sulu ve ekşiydi. Mezelerin her biri 4.000 LL – 5 TL’ydi. Bir de yeşillik tabağı geldi, nane, yeşil soğan ve minik turplarla dolu, leziz :)

Ana yemek olarak ben Lübnan mutfağından “tavuklu- çerezli pilav” seçtim, eşim de “et şiş” yedi. Su, soda ve bir bira içtik yemekte. Bir esnaf lokantasında içki servisi olması alışkın olmadığımız bir durumdu. Yemeklerimizin hepsi de çok lezzetliydi. Benim pilavsa biraz iç pilava benziyordu. Hesap toplam 42.000 LL – 50 TL geldi

Bu arada garsonumuz bizim Türk olduğumuzu hemen anladı, Vedat Milor’u da yakından tanıyormuş, benim youtube’da videolarım var dedi. Biz de İstanbul’a dönünce izleriz dedik. Yemek bitene kadar bize “İstanbul” diye hitap etti: “hoşgeldiniz İstanbul, istediğiniz başka birşey var mı İstanbul?, güle güle İstanbul..” Vedat Milor’un da adını ağzından düşürmedi hiç. Biraz da hiperaktif olduğunu düşündüğüm garsonun devamlı kapının önünden geçen turistlere kendine has melodik şekilde “welcome” diye seslenmesi de oldukça sempatikti..

Yemek molasından sonra şehri keşfe yani yürümeye devam ettik. Martyr’s Meydanı’ndan Beirut Souks’a oradan da sahile Zaitunay Baye yani marinaya doğru yürüdük. Marina oldukça yeni inşa edilmiş, yanyana restorantlar, cafeler, yürüyüş yolları ve lüks tekneler ile oldukça keyifli ve modern bir yer.

Marina’ya bakan yüksek katlı rezidanslar ve oteller yer alıyor hemen arkada. Marina’daki peyzaj da oldukça hoş tasarlanmış…

Lbn2_12

Lbn2_13

Marina’nın bu modern hali ile tezatlık yaratan yapı ise üzerindeki kocaman Stop Solidereafişi ile metruk durumdaki St. Georges Oteli. 1930’lu yıllarda Fransız egemenliği döneminde faaliyete geçen St. Georges Oteli, Beyrut’un yenilenmesinde en büyük işleri yapan Solidere firması ile anlaşmazlığa düşmüş. Web sitesinde konuyla ilgili detaylı bilgi var. Savaş sırasında işgal edilen ve çatışmalara maruz kalan bu otel, inatla yenileme yapmıyor/yapamıyor.

Otelin hemen yanındaki St. Georges Yat Club ise havuzu ile günlük ziyaretçilere hizmet veriyor. Şehirde serinlemek isterseniz, haftaiçi 35.000 LL – 42 TL, haftasonu ise 45.000 LL – 54 TL ödemeniz gerekiyor.

Marina’dan sonra istikametimiz Beyrut’un kordonu, yani Cornichedi. Paris Caddesiolarak da bilinen bu sahil yolu, geniş kaldırımı, güzel bankları, palmiye ağaçları ile oldukça keyifli. Sahilde balık tutanlar, denize girenler, spor yapanlarla doluydu Corniche.

Kayalıkların üzerinde nargile keyfi yapanlar da vardı mayolarıyla. Ancak deniz pek de temiz görünmüyordu..

Sahildeki mozaik banklardan birinde kısa bir mola verdiğimiz sırada, ayakkabı boyacısı bir çocuk ısrarla spor ayakkabılarımızı boyamak istedi :) aynı İstanbul’dakiler gibi..

Corniche’te gidiş – geliş bölünmüş bir ana caddeden sonra da apartmanlar başlıyor, bazılarının altında kafeler olan. Biz deniz kenarında oturmak istediğimizden, deniz fenerine kadar yürüdük,Manara Palace Cafede oturduk ve yorgunluğumuzun acısını çıkardık. Fiyatlar ise şu şekildeydi: Cappucino – 5.000 LL – 6 TL, soda 5.000 LL – 6 TL, karışık meyve suyu 7.000 LL – 8,5 TL, su 1.500 LL – 1,8 TL.  Nargile sevenler burada Akdeniz’e karşı nargile keyfi de yapabilir…

Molanın ardından, Beyrut’un önemli turistik noktalarından biri olan Rouche Rocks yani Güvercin Kayalarına doğru yürüdük.

Deniz fenerinden Güvercin Kayaları’na olan yol, yürümek için çok keyifli değil, biraz yokuş ve denizden içerde kaldığı için de bir manzarası yok, neyseki çok uzun değil. Acaba taksiye mi binseydik derken zaten kayaların yer aldığı Rawcheh bölgesine ulaştık.

Lbn2_14

Güvercin Kayaları’na bakan sıra sıra kafe ve restoranlar var. Günbatımı için ideal olabilir. Bu bölgede ayrıca denize karşı yüksek lüks apartmanlar ve oteller de yer alıyor.

Sahilde bir süre yürüdükten sonra akşam yemeği öncesi biraz dinlenmek ve hazırlanmak üzere Hamra Caddesi’ne ve otelimize dönmeye karar verdik.

Hamra Caddesi’nde bir hediyelik eşya mağazasına rastlayınca sevindik. Zira sabahtan beri tüm turistik noktaları geziyor olmamıza rağmen Beyrut ile ilgili bir hediyelik eşya alabilmiş değildik. Gezdiğimiz yerlerden magnet, shot bardağı ve sallayınca kar yağar gibi olan kürelerden alırız hep. Oldukça basit turistik hediyelikler yani.. Bu mağazadaki hediyelikler oldukça kötüydü ama sabahtan beri rastladığımız ilk hediyelik eşya mağazası olması sebebiyle resmen kendimizi birşeyler beğenmeye zorladık, bir magnet ve bir shot bardağı seçtik. Hamra Caddesi’nin bir arka sokağında yer alan otelimize geldik.

Tüm gün Beyrut sokaklarını arşınlamaktan yorulmuştuk, İstanbul’a dönünce bu yürüyüşümüzün 14,5 km. olduğunu hesapladım. Yürüyüş güzergahımıza Beyrut day1.kmz dosyasından ulaşabilirsiniz.

Otelde biraz dinlenip, kendimize geldikten sonra saat 20:00 civarında yine yollara düştük. Hedefimizde akşam yemeği için Abdel Wahab vardı. Sonrasında ise Beyrut gece hayatını önemli merkezlerinden Gemmeyze, Monot Caddesi ve gündüz gezdiğimiz Gouroud Caddesi.

Taksiye mi binsek acaba diye düşünürken, önümüzde bir minibüs durdu yolcu indirmek için, baktık 4 numaraydı. Sabah uğradığımız turizm bürosundaki görevli 4 numaralı minibüsle şehir merkezine gidebileceğimizi söylemişti. Kısa bir kararsızlıktan sonra bindik minibüse ve Muhammed El-Emin Camii’nin köşesinde indik. Kişibaşı ücret 1.000 LP – 1,2 TL. Minibüsten indikten sonra yürüyerek Abdel Wahab’a gittik.

İki katlı olan restoranın üst katı teras şeklinde, yeşillikler içinde çok şık görünüyordu. Üst katta 2 kişilik bir masa istedik, rezervasyonumuz yoktu ancak 2 kişi olmanın avantajını kullandık ve masamıza yerleştik.

Başlangıç olarak yine Lübnan mutfağından seçim yaptık: muttabal (tahinli patlıcan), fattouch (kızarmış lavaşlı salata), tabbule (maydanoz ağırlıklı salata) ve kebbeh (içli köfte). Ana yemek olarak, patlıcanlı kebap ve karışık ızgara söyledik. Tüm bu yemeklerin yanında, Lübnan’ın rakısı Arak istedik.

Ana yemekler 17.000-39.000 LL (20-46 TL), başlangıçlar 7.000-10.000 LL (8-12 TL) aralığında, büyük arak 60.000 LL – 71 TL, ¼ Arak ise 26.000 LL – 31 TL’ydi. Yemeklerden önce Arak geldi, bir de atıştırmalıklar, zeytin, fıstık, bir çerez daha ve erik.

Lbn2_15

Arak’ın tamamı sürahide karıştırılıp servis ediliyor rakının aksine. Bardaklar ise bizim rakı bardaklarının kısası şeklinde.Yemeklerimizi bir güzel yedikten sonra büyük bir meyve tabağı geldi masamıza, pek yerimiz kalmadığından meyve ya da tatlı yemedik, Türk kahvelerimizi içtik sadece. Abdel Wahab’daki bu lezzetli yemeğin hesabı 108.000 LL – 130 TL geldi.

Yemekten sonra Monot Caddesi’nde yürüdük. Güya bu cadde, Beyrut gece hayatının en önemli caddelerinden biriydi. Saat 23:00’ü geçmişti ve Monot Caddesi’nde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar mekan vardı, mekanlar da Monot Caddesi gibi oldukça sakindi :(

Bizde gece hayatının bir diğer merkezi sayılan Gemmeyze’ye Gouroud Caddesi’ne gitmeye karar verdik. Gouroud Caddesi, Monot Caddesi ile karşılaştırıldığında oldukça kalabalık sayılırdı. Caddede trafik adım adım ilerliyordu, arabalardan müzik sesleri yükseliyordu. Caddedeki barlar açılmıştı, bir kısmındaki eğlence sokağa taşmıştı. Biraz turladıktan sonra Spoon Bar’a oturduk ve birer bira söyledik (bira 8.000 LL – 9,5 TL).

Günün yorgunluğu ve sabah erken kalkacak olmamız sebebiyle çok geç kalmadan otele dönmeye karar verdik. Downtown’u bir de gece görelim diye Beirut Souks’a kadar yürüdük. Bu arada Muhammed El-Emin Camii’ni gece de görmüş olduk.

Downtown pek haraketli değildi, saat de 2 olmuştu, taksiye atlayıp otelimize döndük. Tabii ki taksiye binmeden önce pazarlık yaptık, Beyrut içinde 10.000 LL – 12 TL’ye birçok yere ulaşabileceğimizi okumuştuk. Taksici 10 usd istedi, biz de 10.000 LL dedik, anlaştık.

Gece club’larına gitmediğimizden, çok da clubber olmadığımızdan Beyrut’un o meşhur gece hayatını tam olarak gördük diyemeyeceğim. Ancak gece hayatının en canlı olduğu tüm caddelere gittik. Genel olarak fikrimiz konunun biraz abartıldığı yönünde. Sabahlara kadar süren bir eğlence ve rahat bir ortam sunması belki de Beyrut’u bu kadar popüler kılan.

Gitmek isteyenler için gece klüplerinden, Music Hallve B018 en çok adını duyduklarımızdı. Birkaç günümüz daha olsaydı mutlaka birini denerdik ama sadece iki günlüğüne gelince Beyrut’a sabahlara kadar eğlencesini göremedik..

Cuma akşamı Beyrut

Uçağımız 3 Mayıs Cuma akşamı, Atatürk Havalimanı’ndan 20:15’teydi. Yarım saati geçen bir rotarın ardından 21:00’a doğru havalandık.

Lübnan’a giriş için uçakta dağıtılan kısa formları doldurduk. Saat 22:30 gibi Rafik Hariri Havalimanına indik. Havalimanında “vize” ve “pasaport kontrol” olarak ayrı bankolar var, herkes “vize” bankosuna yığılınca biz “pasaport kontrol”de şansımızı deneyelim dedik ve hızlıca kontrolden geçtik. Sırtçantamız da yanımızda olduğu için direkt havalimanından çıkış yaptık.

Havalimanı-otel transferini önceden otelle mailleşerek ayarlamıştım. Gitmeden önce okuduklarımdan sonra en akıllıcasının bu şekilde bir organizasyon yapmak olduğuna karar vermiştim. Çünkü havalimanından çıkar çıkmaz müşteri bulmaya çalışan şöförlerin tacizine uğramak kaçınılmaz oluyormuş. Genellikle 35 usd’den başlıyan fiyatlar sıkı pazarlıkla 25 usd seviyesine çekilebiliyormuş. Otelin bize verdiği fiyat da 27 usd olunca direkt otelden transfer ayarlamasını istedik.

Bu arada Lübnan’da taksilerde taksimetre olmadığını ve binmeden önce mutlaka pazarlık yapılması gerektiğini belirteyim yeri gelmişken. Havalimanından üzerinde ismimizin yazılı olduğu şöförü bulunca bizim için herşey çok kolay oldu. Havalimanı şehir merkezine oldukça yakın, yaklaşık 15 dakika sonra otelimizdeydik. Aslında havaalanı-şehir taksi ücretleri bu mesafe için yüksek. Otele vardığımızda taksici uçağımız rötar yaptığı için otoparka fazla ödeme yaptığını söyleyerek 2 usd daha istedi, böylece havaalanı – otel ulaşımı bize 29 usd’ye maloldu.

Beyrut’ta Hamra bölgesinde yer alan otelimizin adı 35 Rooms. Rezervasyonumuzu her zamanki gibi booking.com’dan yaptık. 3 gecelik fiyat 285 usd. “Şehrin en trend oteli” sloganıyla tanıtımını yapan 35 Rooms’daki odamız oldukça konforlu ve duvardaki taksi resmi ile sevimliydi.

Lbn1_2

Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra Hamra Caddesi’ni keşfe çıktık. Cadde üzerinde çeşitli dünya markalarının mağazaları var, aklımda kalanlar: H&M, Vero Moda, Jack Jones, American Outfitters, Nine West, Costa Coffee ve Dunkin’ Donats.

Caddede dolaşırken, kısa ama gençlerle dolu sokak bulduk, Asmalımescit’e benzeyen. Trafiğe kapalı bu sokağın adı “Rue 78”. Yanyana barlar var ve hepsinin dışarıda masaları dizili, masaların da hemen hemen hepsi doluydu. Bir tur attık, başka nereler var görelim diye ama Hamra Caddesi’nin en canlı kısmı Rue  78 olduğu için buraya döndük, February 30’da yer bulunca hemen oturduk.

Galeri 1

February 30’da kokteyller 15-16.000 LL (18-19 TL), bira ise 8.000 LL (9,5 TL)’ydi. Ben değişik birşey içmek istediğimden “rasberry mojito” denedim, eşim de yerel bira olan Almaza. Mojito bakır bir bardakta servis edildi, orijinaldi.

Biz her ne kadar dışarıda oturmuş olsak da February 30 oldukça orijinal bir dekorasyona sahip olduğundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Özellikle barın üzerindeki askı şeklindeki aydınlatmalar favorim :)

Kısaca Hamra’daki gece hayatından bahsetmek gerekirse; Rue 78 oldukça kalabalık ve hareketliydi. Kızların neredeyse tamamı yüksek topuklular, kısa etekler, kısa şortlar, straplezler ve transparan bluzlarla ve full makyaj geziyordu. Beyrut’un ne kadar rahat bir şehir olduğunu o an anladık.

Bu rahatlığın yanında, iç savaş döneminden kaldığını düşündüğüm, etrafta dolaşan kocaman silahlı askerler vardı, ilk başta yadırgasak da çok geçmeden alıştık bu görüntüye. Rue 78’in bir ucunda da nöbette askerler vardı.

Sonraki günlerde de şehirde genel olarak polis yerine askerleri gördük hep kamuflaj desenli formaları ve tüfekleriyle. Bazı sokaklarda da küçük baraka şeklinde karargahları bile vardı.

Beyrut sokaklarında aynı İstanbul’daki gibi çiçek satanlar ve dilenciler var. Bu açıdan da hiç yabancılık çekmedik.. Bir de darbuka-klarnet ikilisi dolaşsaydı Cuma gecesi eğlencesini İstanbul’da yapıyoruz bile sanabilirdik :)

Saatler 2:00’ye yaklaşırken bizden bu kadar diyerek otelimizin yolunu tuttuk.

 

Lübnan

“Yakın biryerlere gitsek haftasonu için, hem yakın olsun, hem vizesiz, hem de uçak saatleri iyi olsun ki verimli bir gezi olsun” araştırmasında ilk sırayı aldı Lübnan-Beyrut. Yazının Devamı…

serengeti ve ngorongoro krateri

Sabah 6:45 gibi uyandık, saat çalmadan hem de. Gece yatmadan önce valizimizi büyük ölçüde topladığımız için sabah fazla oyalanmadan odadan çıktık.

Otelimizin çok güzel bir seyir terası vardı, gece karanlıktan başka birşey görememiştik. Kahvaltıdan önce terasa çıktık, uçsuz bucaksız düzlükleri süsleyen akasya ağaçlarını, balonla safari yapanların gökyüzüne yükselişini, buffaloları, terasta ve kayaların üzerinde güneşlenen “yaban fareleri”ni (hyrax/dassie) ve otelin çatısında dolaşan maymunları izledik. Fotoğraf ve kamera çekimlerini tamamladıktan sonra kahvaltı için restorana geçtik. Kahvaltı açık büfeydi, kızarmış ekmek, tereyağ, ananas, kavun, omlet ve kahve ile kahvaltıyı tamamladık.

Tnz5_2

Birgün öncesinde sözleştiğimiz gibi Andrew ile 8:00’de lobide buluştuk, otelden öğle yemegi için hazırlanan kumanyaları aldı. Safari otellerinin hepsi tam pansiyon çalışıyor, ancak bizim gibi, birçok kişi otelde tek gece konaklayıp bir sonraki geceyi başka bir milli parkta geçirmeyi tercih ettiginden, öğle yemeği için otel tarafından piknik kutuları hazırlanıyor.

Otelden ayrılıp safari günlerinin etkinliği olan “game drive”a başladık, yani mümkün olduğunca fazla yabani hayvan görebilmek için milli parkın içinde dolaşmaya..

Tnz5_3

Ağaçların altında uyuyan aslanlar, ağaçlara kurulmuş leoparlar, aileleriyle gezen filler, thomson ceylanları, iki yavrusuyla dinlenen bir çita, zebralar, gölde dinlenen hipopotamlar, aslanlardan geriye kalanları paylaşan sırtlanlar ve akbabalar gördük. Hepsi de çok güzeldi.

Gördüğümüz ilginç şeylerden birisi de sosis ağacıydı. Gerçekten de üzerindeki meyveler oldukça iri sosislere benziyordu. Filler, babunlar ve zürafaların sevdiği bir meyve olduğunu Andrew’den öğrendik.

Sabahtan ufak bir tepelikte mola verdik, yerel bir öğrenci otobüsü bir de daha ucuza seyahat edenlerin tercih ettiği kamyondan bozma otobüsler vardı. İnsanlar her koşulda safari için Afrika’daydı.

Tnz5_4

Tnz5_5

Serengeti Info Point‘e uğradık. Serengeti’nin tarihini ve büyük göçü anlatan oldukça güzel bir açık hava sergisini gezdik. Hayvanların metalden heykelleri ve hem vahşi hayvanlar hem de bölgedeki ağaçlar ve bitkiler hakkında bilgilendirici panolar yer alıyordu bu sergide. Sabah otelde gördüğümüz yaban farelerinden burada da çok vardı. Serengeti Info Point’ten sonra tozlu toprak yollarda zıpzıp Afrika masajı ile Serengeti’den Ngorongoro’ya doğru yol aldık, bir yandan da game drive’a devam ettik :)

Tnz5_6

Tnz5_7

Öğle yemeği için bir gün önce de mola verdiğimiz Serengeti ve Ngorongoro arasındaki resmi geçiş kapısında durduk. Akasya ağaçlarının altındaki piknik masalarında karton kutuların içindeki kumanyamızı yedik.

Tnz5_8

Bugün kutumuzdan, domates ve salatalıklı sandviç (içine bir de üçgen karper peyniri ekleyince nefis oldu), tavuk, neden bu kutulara konduğunu hiç anlayamadığım haşlanmış yumurta, mango suyu, su, muz, elma ve kek çıktı.

Tabii ki tüm herşeyi yiyemedik. Piknik alanında çöpleri atmak istediğinizde elinizden alıp yardımcı olmak isteyen bir görevli var, aslında kutuların içinde yenmemiş olan yiyecekleri ayıklıyor ve kapıdan geçen kamyon şöförlerine veriyor. Kumanyaların yenmemiş kısımları da ziyan olmamış oluyor. Bu fikir hoşuma gidince kutularımızdan birine bize fazla olan kek, yumurta, elma ve meyva sularını doldurup görevliye direkt verdik. Tamamen dolu bir kutu almak onu da mutlu etti :)

Tnz5_9

Yarım saatlik yemek molasının ardından, Ngorongoro‘ya doğru yola devam ettik. Bir gün önce geldiğimiz yoldan geri döndük.

Yolu birgün önceden farklı kılan tek nokta yolda lastiği patlamış olan jeeplerdi. Hiç abartısız 7-8 tane lastiğini değiştirmek için durmuş jeep gördük. Neyseki bizim lastiklere birşey olmadı. Andrew ile konuştuğumuzda bunun çok normal bir olay olduğunu, yolların bozuk olması sebebiyle jeeplerin lastiklerinin patladığını söyledi bize.

Sonuç olarak bir milli parkta, vahşi hayvanların evlerindeydik aslında, bu nedenle yolların düzeltilmesi ya da asfaltlanması söz konusu bile olamazdı !!

gezinin devamı çook yakında :)

serengeti

Köy ziyaretinin ardından Serengeti Milli Parkı‘nın Naabi Hill giriş kapısına kadar yola devam ettik. Artık Masai dilinde sonsuz düzlükler anlamına gelen National Geographic belgesellerinin çoğuna ev sahipliği yapan doğadaydık.

Kapıda Andrew giriş işlemlerini yaparken, biz de öğle yemeğimizi yedik. Öğle yemeği yine bir piknik havasında geçti. Yemek kutumuzda sandviç, tavuk, elma, muz, bir ufak paket çerez, haşlanmış yumurta ve mango suyu vardı. Marketten birer de kola aldık, yemeğimizi yerken rehber kitabımızdan Serengeti ile ilgili bölümeleri okuduk.

Tnz3_2

Büyük Göçe ev sahipliği yapan düzlüklerdeydik artık. Yaklaşık 15 bin km²’lik bir alana yayılan Serengeti Milli Parkı, yeryüzünde en fazla memeli hayvanı barındıran alan olarak biliniyor.

Serengeti, hayvanların içgüdüsel bir şekilde adeta bir daire çizerek her yıl  yaptıkları göç yolunu içinde barındırıyor. Gnu’ların (öküz başlı antilop ya da afrika antiloplarının) dairesel göç haraketi Serengeti’nin güneyinden başlıyor. Mevsimin değişmesi ve yağmurla yeşeren yeni otlar “büyük göç”ün rotasını çiziyor. Ocak – Mart ayları arasında da doğumlar başlıyor. Şubat ayı boyunca gnu’lar Serengeti’nin güney doğusunda kısa otları yiyeyek ilerlerliyorlar ve 2-3 haftalık dönem içinde yaklaşık 500 bin yavru dünyaya getiriyorlar.

Tnz3_3

Mayıs’ta yağmurların sona ermesi ile hayvanlar kuzeybatıya Grumeti Nehri’ne doğru göç etmeye başlıyorlar. Burada Haziran’ın sonuna kadar kaldıktan sonra, Temmuz’da, gnular ve zebralar kuzeye doğru göçe başlıyorlar. Ağustos’ta Kenya sınırına, Maasai Mara Rezerv alanına ulaşıyorlar. Kasım ayının başlarında, yağmurların başlamasıyla güneye doğru göç başlıyor, Aralık ayında hayvanlar ilk başladıkları düzlüklere dönmüş oluyorlar ve doğum zamanına kadar güneyde kalıyorlar.

Yemekten sonra piknik alanında yer alan kopje adı verilen kayalıklardan oluşan tepeye doğru yürüyüş yaptık. Volkanik hareketlerin sonucu oluşan bu kaya tepeleri sayıca çok az, bu nedenle tepeye tırmanınca uçsuz bucaksız düzlük ne demekmiş çok iyi anlıyor insan. Tek tük ağaçlar serpili bu geniş çayırların bir diğer adı savan. Bu savanlarda toprak ağaçların yetişebileceği seviyenin altında olduğu için, uçsuz bucaksız çayırlar oluşmuş.

Tırmandığımız kayalarda bizi bir de süpriz karşıladı. Yarısı mavi, yarısı kırmızı bir kertenkele, gördüğümüz en ilginç canlılardan biriydi.

Tnz3_4

Bir de müthiş parlak renkli  kuşlar vardı.

Tnz3_5

Kaya tepelerinden indik, jeepimize atladık ve Serengeti’de hayvanların peşinde dolaşmaya başladık. Neler mi gördük, buffalolar, ceylanlar, uyuklayan aslanlar, buffalo yiyen aslanlar, bir antilop türü olan waterbuck’lar, zürafalar, bir babun ailesi, ağaçta dinlenen leoparlar, filler, çeşitli kuşlar, sekreter kuşu, sırtlanlar ve çakallar.

Tnz3_6

Tüm bu gördüklerimiz içinde bizi en çok etkileyen ise, hiç beklemediğimiz bir şekilde canlı olarak bir ava tanıklık etmemiş olmamızdı.

Ceylan sürüsü otluyordu, içlerinde yavru ceylanlar da vardı. Ceylan sürüsünün etrafında iki çakal dolaşıyordu. Biz de Andrew’e çakallardan korkmuyor mu ceylanlar diye sorduk. Andrew ise ceylanların çok hızlı koşabildiğini ve çakalların da bunu bildiklerini anlattı bize.

Sadece daha yavru olan ceylanlar fazla hızlı koşamaz ve çakallara yem olabilir diyordu ki bir anda bir çakal, yavru bir ceylanın peşine takıldı. Hızlı bir kovalamaca başladı, çakal tam ceylanı yakalarken ceylan kurtulmayı başardı. Tam o sırada nereden çıktığını anlayamadığımız bir sırtlan ceylanın peşine takıldı ve ceylanı boynundan yakaladı. Daha sonra ceylanı uzak çalıların altına götürdü.

Tnz3_7

Böyle bir ava tanıklık etmek müthişti. Yavru ceylanın annesi çaresizce sırtlanın peşinden gitti, etrafta dolaştı dolaştı ve sonra sürünün yanına döndü, bu sahne gerçekten acıklıydı. Andrew bize insanların böyle bir sahne görebilmek için günlerce safari yaptıklarını ve çoğu zaman eli boş döndüklerini söyledi. Biz ise bir anda kendimizi avın ortasında bulmuştuk.

Serengeti’de biraz daha dolaştık, başka yabani hayvanlar gördük. Bir de gerçek çadır konaklamalı kamplardan birine gittik. Herkes kendi çadırını kurmuş, yemek hazırlığına başlamıştı. Kamp bölgesi ne bir çit ile ne de duvarla ayrılmıştı, tamamen yabani hayatın ortasındaydı. Safari boyunca araçtan inmek bile yasak olurken, kamp bölgelerinin bu kadar korunaksız olması şaşırttı bizi. Macerayı seviyorduk ama çadırda kalmaya heveslenmedik etmedik hiç. Çadırda kalanların gece etrafta dolaşan ve çadıra sürtünerek yürüyen hayvanlardan ürktükleri ve sabahı zor ettiklerini de okumuştum bazı seyahat bloglarında.

Otele dönmeden hipopotamların yoğun olarak bulunduğu göletlerin yanında durduk. Güneş bulutların arkasından batmak üzereydi, murabut kuşları (marabou stork) akasya ağaçlarına konmuştu, o kadar keyifli bir noktaydı ki, manzaraya doyamadan saat 18:30 civarı otelimize vardık.

Safarideki ikinci gecemizde Serengeti Milli Parkı sınırları içinde yer alan Seronera Wildlife Lodgeda konaklayacaktık. Seronera Wildlife Lodge oldukça geniş bir alana kurulu.

Odaların yer aldığı kısım iki katlı bir binadan oluşuyor ve dikdörtgen biçiminde bir avluya bakıyor. Restoran ve barın olduğu kısım odalardan biraz kopuk olsa da bu otelin mimarisi gerçekten çok etkileyici. Kayaların arasında kurulmuş ve bu kayalar dekorasyonda çok güzel değerlendirilmiş. Doğaya saygılı mimari nasıl olmalı sorusunun cevabı için inşa edilmiş sanki. Odamız zemin katta yer alıyordu.

Tnz3_8

Sıcak bir duş alıp günün tozunu ve yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalıştık. Kıyafetlerimizi de odanın dışında silkeledik. Neyseki toz rengine yakın kıyafetlerimiz tozlu görünmüyordu. Safari için doğaya uygun renklerde giyinmek gerektiğini okumuştuk ve biz de valizimizde haki yeşil, krem ve toprak rengi kıyafetlere yer vermiştik.

Akşam yemeği için restorana gittik, yemek açıkbüfe şeklindeydi. Büyük bir otel olduğu için yemek salonu da doluydu. 3 yerli yerel enstrümanlarla canlı müzik yaptılar yemek boyunca. Yemekte 2 kadeh kırmızı şarap ve bir büyük boy su içtik, 17.000 tzs (10 usd).

Tnz3_9

Yemekten sonra otelin bar kısmında oturduk, gün içinde çektiğimiz fotoğraflara baktık, biraz rehber kitaplarımızı okuduk.

Otelin bir de havuzu ve seyir terası var, biraz dışarıda vakit geçirip yerel biraların (Klimanjaro, Serengeti, Safari) tadına baktıktan sonra uykuya yenik düşüp odamıza döndük.

Safaride bir sonraki günkü macelar için tık tık :)

 

serengeti ve masai köyü

Bir gün öncesinde Andrew ile sabah 9:00’da otelden çıkacak şekilde plan yapmıştık. 8:00’e doğru uyandık, hazırlanıp kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıda ilk önce bir meyva tabağı ile tropikal meyva suyu vardı, sonrasında ise omlet, kızarmış ekmek, tereyağ ve kahve.

Safari programını herşey dahil Sunny Safaris ile anlaşğımız için otellere ve milli park girişlerine ekstra hiç para ödemedik, Andrew bizim için halletti herşeyi. Sadece check-out sırasında yemekte içtiğimiz su ve 2 kadeh kırmızı şarap için 15 usd ödedik.

Safarimizin ikinci gününde hedefimiz Serengeti Milli Parkıydı. Ngorongoro Koruma Bölgesi’nden transit geçerek Serengeti’ye ulaşacak, geceyi Serengeti’de geçirecektik. Saat 10:00 civarında Ngorongoro Koruma Bölgesi’nin ana giriş kapısına ulaştık. Andrew giriş bileti işlemlerini hallederken, biz de burada yer alan Ziyaretçi Merkezini gezdik ve birşeyler içtik.

Tnz4_2

Tanzanya’da usd genellikle heryerde geçiyor, çok fazla para bozdurmaya gerek yok ya da yanımda hiç tzs (tanzanian shiling) kalmadı diye stres olmaya. Ancak bazı marketlerde tzs olarak öderseniz daha ucuz oluyor, örneğin Ngorongoro kapısındaki markette Bitter Limon Schweppes 1000 tzs ya da 1 usd idi.

Ziyaretçi merkezinde bölgeyi tanıtan bir maket ve bölgede yaşayan hayvanlar hakkında bilgilendirme panoları yer alıyor. Tabii ki bir pano da Big Five yani Büyük Beşli var. Afrika’nın en güçlü ve yakalaması en zor beş hayvanından oluşan bir ekip bu: Fil, Leopar, Bufalo, Aslan ve Gergedan. Safari yapan herkesin amacı büyük beşliyi yakından görebilmek.

Milli parkların giriş ücretleri kişi başı, günlük olarak ödeniyor ve aslında hiç de ucuz değil. Serengeti Milli Parkı ve Ngorongoro Koruma Bölgesi’ne giriş ücreti kişibaşı günlük 50 usd, Tarangire Milli Parkı ise 35 usd idi. Ayrıca Safari aracı için de bir ücret ödeniyor. Yanınızda profesyonel bir rehber olmadan milli parklarda tek başınıza dolaşmaya izin yok. Ngorongoro Kraterinin içerisine girmek için ekstra araç başına 200 usd daha ödemek gerekiyor. Koruma bölgesinden transit geçeceğimize rağmen yine de günlük ücreti ödedik. Yaklaşık yarım saat giriş kapısında oyalandıktan sonra yola çıktık.

Ngorongoro Koruma Bölgesi içerisinde tepeye tırmanarak ilerledik. Kraterin çok güzel göründüğü bir noktada fotoğraf molası verdik. Dürbünle bakınca farkettik ki kraterin içindeki o siyah noktaların aslında hayvan sürüleriymiş. Ngorongoro krateri, 2-3 milyon yıl önce volkanik patlama ve çöküntü ile oluşmuş büyük bir çukur. Ngorongoro’nun yerel dilde anlamı ise tam olarak mevcut yapısını ifade ediyor: büyük delik”. Ne kadar büyük bir delik olduğunu anlatabilmek için biraz rakamlardan bahsetmek doğru olacak tam bu noktada. 610 m derinliğe, 18 km çapa ve 260 km² yüzölçümüne sahip Ngorongoro Krateri, yaklaşık 25.000 vahşi hayvana da evsahipliği yapıyor. Kraterin çevresinde durup nefes kesici manzaraya hayran kalmamak mümkün değil.

Tnz4_3

Fotoğraf molasının ardından Serengeti’nin düzlüklerine ulaşmak için yola devam ettik. Uzun bir süre tek bir ağacın bile olmadığı stabilize yoldan, tozu ve toprağı birbirine katarak ilerledik. Etrafımızı en iyi “sarı” renk tanımlar. Kurak mevsimde olduğumuz için çevremiz sapsarıydı, yağışlı mevsimde tüm geçtiğimiz bu alanların yeşil olduğuna inanmakta zorlandık.

Yollarda Masai köyleri gördük ve bu köylerden bir tanesini ziyaret ettik. Seyahatimizin başından beri kırsal alanlarda ilkel bir yaşam süren Masai’lerin hayatına tanıklık etmek istiyorduk ve Andrew’e de bunu söylemiştik. Ziyaretçi kabul eden köylerden birisine götürdü bizi. Köyün kapısında bir sürü jeepin olduğu bir köy değildi, turist olarak sadece biz vardık. Şefin oğlu bizi köyün kapısında karşıladı. Kötü İngilizce’siyle köyü gezmek için 60 usd ücret ödememiz gerektiğini, bu paraları köye su almak için kullandıklarını ve paraya ihtiyaçları olduğunu söyledi. Seyahat öncesi araştırmalarımda araç başına 50-60 usd ödendiği öğrenmiştim. Şefin oğluna ödemeyi yaptık, hoşgeldiniz dansı ve şarkılar ile karşılandık.

Tnz4_4

Köy bir ağacın etrafına kurulmuş, bu ağaç köyün tam ortasında meydanda yer alıyordu, ağacın altında su tankerleri vardı. Köyün çevresi çalılardan yapılmış yaklaşık 2 m. yükseklikte çitlerle çevriliydi. Evler çalılardan yapılmış barakalar şeklindeydi.

Köy meydanında şarkılar ve danslar devam etti bir süre daha. Köyün erkekleri ve kadınları ayrı gruplar halinde toplandılar. Erkekler ellerinde uzun sopalar ile yükseğe sıçramaya çalıştıkları bir dans sergilerken, kadınlar daha çok yerlerinde sallanarak dans ettiler ve şarkılar söylediler.

Eşimi erkeklerin arasına aldılar ve ona da sıra gelince zıplamasını istediler. Beni ise kadınların yanına aldılar.

Kadınların boyunlarında çoğunlukla beyaz boncuklardan oluşan geniş kolyeler, bazılarının başlarında ise yine  boncuklardan fese benzeyen şapkalar vardı.

Benim de boynuma bir kolye geçirdiler ve danslarına dahil ettiler. Simsiyah tenli ve kırmızı örtülerden oluşan kıyafetler içindeki Masai köylülerinin arasında safari kıyafetlerimiz ve beyaz tenimiz ile tam bir zıtlık içindeydik.

Daha sonra şefin oğlu bize rehberlik yapacak olan kişi ile bizi tanıştırdı, evlerden birininin içine girdik, evde oturduk, rehber bize Masai’lerin kültürlerini ve yaşamlarını anlatmaya başladı.

Tnz4_5

Masai erkekleri çok eşli oluyormuş ve her köy bir aileden oluşuyormuş. Bizim ziyaret ettiğimiz köyün nüfusu 120 kişiymiş, yaklaşık 20 de çocuk varmış, yani toplam 140 kişiler. Köy tek bir aileden oluştuğu için herkes akrabaymış. Masai’lerde poligami yani çokeşlilik var. Köyün şefinin 10 karısı ve 42 çocuğu varmış. Evlilikler diğer köylerden oluyor ve erkekler bir dana karşılığı kendilerine eş alabiliyorlarmış, bir nevi başlık parası. Evli ve çocuklu olan kadınlar; evleri inşa etmek, köyün çevresinde çitler yapmak, yemek yapmak ve çocuklara bakmakla görevliymiş.

Erkek çocukları 15 yaşına geldiğinde savaşçı (warrior) adı verilen bir grup oluşturuyorlarmış. Bunlar köyeden yardım almadan kendi başlarına yaşamayı öğrenmek için 3 aylık bir süre için köyden atılıyorlarmış. Siyah kıyafetler giyiyorlar ve yüzleri beyaz boyalar ile boyanıyormuş. Bu süre içinde kendilerini korumayı ve hayatta kalmayı öğreniyorlarmış. Daha sonra bir kutlama ile köye geri dönüyorlarmış. “Savaşçı”ları kutlamak için köylerde eğlenceler düzenleniyormuş. Bu tür eğlencelere başka köylerden de insanlar geliyormuş ya da başka köydeki kutlamaya diğer köylerden de katılım oluyormuş. Bu kutlamalarda köyün kızları; yapılan danslarda (bize yaptıkları karşılama dansı da bu şekildeydi) en yükseğe zıplayan erkekleri beğenirmiş. En yükseğe zıplayablmek bir tür güç göstergesiymiş aslında.

Tnz4_6

Köyün yaşlıları ise, ne yemek pişirileceğine, kimin kiminle evleneceğine, ve köy için önemli diğer konularda karar veren kişilermiş.

Masai halkı için önemli bir diğer konu ise beslenmeleri, inekler hayatlarınde büyük öneme sahip çünkü, 3 temel besin ile besleniyorlar: Süt, et ve kan. Bizim için ne kadar tuhafsa, ineklerin kanını içmek onlar için bir o kadar olağan.

Masai evinde yaşamları hakkında aldığımız bu bilgilerden sonra, rehber bizi köyün meydanındaki pazar yerine götürdü.

Burada çeşitli hayvan figürleri, Masai kadınlarının yaptığı takılar ve benzeri hediyelik eşyalar vardı. Köye gelir toplamak için burada satış yapıyorlar. Bir kolye ve bir de ahşaptan oyulmuş zürafa seçtik, elimizden geldiğince pazarlık yaptık ve 40 usd’a anlaştık. Tabii ki aldığımız şeylere fazla para verdiğimizi biliyorduk, en fazla 20 usd ederdi belki aldıklarımız ama o sefaleti gördükten sonra inanın insan farklı bir ruh haline giriyor ve o insanlara yardım etmek istiyor.

Pazar yerindeki alışverişten sonra köyün dışındaki köy okulunu ziyaret ettik. Bu sırada warrior-savaşçıolan erkek çocukları köyün dışında bekleşiyorlardı. Siyah kumaşlardan kıyafetleri, siyah beyaz boyalı yüzleri ile ürkütücüydüler. Ama onlar da yolunu bulmuş, fotoğraf çektirmek için para istediler, biz de yanlış hatırlamıyorsam 10 usd verdik. Turistler sağolsun, sanırım artık eskisi kadar zorlanmıyorlar tek başlarına geçirmek zorunda oldukları 3 ayda.

Tnz4_7

Daha sonra yine çalılardan oluşturulmuş okula girdik. Bir kara tahta, çocukların oturması için 3-4 sıra vardı. Okula girer girmez çocuklar bizi bekliyormuşcasına şarkı söylemeye başladılar. Sonra içlerinden biri tahtaya kalktı ve rakamları hep bir ağızdan İngilizce olarak saydılar. Okulda da bir yardım kutusu vardı. Kırtasiye malzemeleri almak için yardım topluyorlarmış. İçimizdeki yardımseverliği dinledik ve kutuya 3-5 usd attık.

Tnz4_8

Burada beni en şaşırtan şeylerden birisi, çocukların bu sefalet ve fakirlikte okul formalarının olmasıydı. Kirlilerdi, ayakları çıplaktı, burunlarından akan sümükler kurumuştu ama yine de Tanzanya bayrağı renklerinde yeşil sarı okul formaları vardı üzerlerinde. Bize sundukları ders bittikten sonra çocuklar için yanımda getirdiğim şekerleri dağıttım onlara. Ve beni en çok etkileyen şeyi yaşadım. Hiç biri yerinden bile kalkmadı, şekerleri almak için birbirini itmedi, bana bana diye etrafımda çığlıklarla zıplamadı. Sakince oturup ellerini açtılar sadece. Bazıları belki de ilk defa şeker yiyordu, ambalajını bile çıkartmadan attı ağzına.. Ben ise şaşkınlık içinde tek tek dağıttım şekerleri…

Okuldaki ziyaretimizden sonra Masai köyünden ayrılış vakti gelmişti. Bize rehberlik eden çocuk, eğer memnun kaldıysanız bana bahşiş verebilirsiniz diyerek bahşiş istedi. Cüzdanından ince uzun e-mailinin yazılmış olduğu kağıtlar çıkardı ve bir tanesi bize verdi. Kendi kartvizitini kendisi yapmış anlayacağınız. Bizde ona fotoğraf göndereceğimize söz verdik.

Rehberimiz Arusha’da öğrenciymiş. Ancak belli dönemlerde okula gidiyormuş, okula gitmediği zamanlarda ise köyüne gelip köydeki akrabalarına yardımcı oluyormuş. Hiç anlayamadım inanın.. şehir yaşamını, rahat bir yatağı, temiz kıyafetleri, çeşmeden akan suyu, lezzetli yemekleri, bir düğme ile aydınlanan odayı yani elektriği ve tüm bu rahatı bırakıp nasıl köydeki yaşama geri dönüyor ve bundan mutlu oluyor…

Köy ziyaretinin ardından sıra Serengeti Milli Parkı‘nda..

Tanzanya

2012 yılı kurban bayramı bir de 29 ekim Cumhuriyet bayramı ile birleşince uzak bir yerlere tatile gitmek kaçınılmaz oldu bizim için. Yazının Devamı…

gitmeden..

Nereye gitsek bir türlü karar veremediğimiz bir gün çıktı bu fikir ortaya. Acaba Afrikaya Zanzibar‘a mi gitsek ? Sonra hızlıca bir araştırma ve heyecan.. Evet evet burası çok güzelmiş gidelim Zanzibar’a.. Sonra Tanzanya hakkında daha fazla araştırma.. ya bir de safari mi yapsak fikrini doğurdu. Safari araştırmaları ve son karar: 2012 kurban bayramında Safari ve Zanzibar bir arada bir tatil programı.

Safari tek başınıza yapabileceğiniz bir program değil. Mutlaka yerel bir acentadan kendinize uygun bir tur programı oluşturmanız gerekiyor. Milli parkların içinde safariye uygun jeep’lerin kullanılmasına izin veriliyor ve mutlaka yerel bir rehber ile birlikte seyahat etmeniz gerekiyor.

Safari programı yapmak çok da kolay değil, bir yerden sonra insanın kafası karılıyor.. İyi bir program yapabilmek için izlenmesi gereken adımları kısaca yazacağım:

Tnz1_2

  1. Hangi bölgeye gitmek istediğinize karar verin. Kuzeye mi güneye mi? Tanzanya’da safari yapabileceğiniz çok fazla milli park var. Ama en meşhurları kuzeydekiler.
  2. Safariye kaç gün ayıracağınızı belirleyin.
  3. Safari operatörlerini seçin, onlarla yazışmaya başlayın, program ve fiyat teklifleri alın.
  4. Pazarlık yapın, programı ve konaklayacağınız otelleri netleştirin.
  5. Otellerin fiyatlarını kontrol edin ve son bir pazarlıkla safari operatörünüzü seçin.

Safari malesef ucuz bir tatil değil. Yine de bütçenizi düşürmek için yapabileceğiniz bir kaç şey var. Gezeceğiniz park sayısını azaltabilir ya da daha ucuz otellerde kalabilirsiniz. Tabii bir de çadırda konaklamalı alternatif var ama inanın o kadar cesaretli değildik biz. Hele ki gece hayvanların çadırlara sürtünerek etrafta dolaşma olasılıklarını öğrendikten sonra..

Safari için 7 farklı firmayla yazıştık. Sunny Safaris, Leopard Tours, East African Safari, Duma Explorer, Eco Culture Tours, Swala Tour ve Tanzania Adventure. Serengeti, Tarangire ve Ngorongoro Krateri milli parklarını kapsayan 3 gece 4 günlük safariye karar kıldık. Bu program için kişi başı 1.100 – 1.700 usd arasında değişen fiyatlar aldık. En son pazarlıklar ile ilk teklifi 1.350 usd olan Sunny Safaris’in fiyatını 1.145 usdye çekmeyi başarabildik.

Tnz1_3

İstanbul’dan Daressalam’a uçacağımız için bir de Tanzanya’nın kuzeyine uçmamız gerekiyordu. Sunny Safaris diğer safari firmaları içinde en uygun uçak alternatiflerini bize sunan firma olmuştu aynı zamanda. Precision Air gidiş için ile Daressalam – Kilimanjaro ve dönüş için de Arusha – Zanzibar uçak biletlerimize de kişibaşı 390 usd ödedik.

Bu fiyatlamanın daha uygun olma ihtimali olmadığına ikna olmam biraz zaman aldı açıkcası. Kalacağımız otellerin fiyatlarını araştırdım tek tek, milli park ücretlerini topladım, uçak bileti fiyatlarına baktım. Tüm kalemleri altalta topladım ve tur firmasınında o kadar da yüksek bir kar marjı olmadığı sonucuna vardım. Lonely Planet rehber kitabında da belirtildiği üzere orta ayar bir safari için belirlenen günlük kişibaşı 200-300 usd aralığında da kaldığımıza göre, fiyatı daha fazla sorgulamanın anlamı yoktu, safari yapmak pahalıydı..

Gitmeden Okumanızı Öneririm:

Bir çok blog okudum, her zamanki gibi tripadvisor ve lonelyplanet sitelerinde saatler harcadım. Bana fikir veren ve seyahat yazılarını okumaktan keyif aldıklarım: Löplöpçüler, Gümüş Pusula, Dünyayı Gezmek,

Gitmeden Sağlık Önlemleri:

Safari programı netleştikten sonra gitmeden önce yapılması gereken diğer hazırlıkların tamamlanması gerekiyordu. En önemlisi de sağlık ile ilgili olan hazırlıklardı. Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü’nün Seyahat Sağlığıadında bir web sitesi var. Bence gayet güzel bir site, gideceğinizi ülke, bu ülkede görülen hastalıklar, önerilen aşılar ve diğer seyahat önerileri gibi faydalı bilgileri içeriyor. Tanzanya’ya gitmeden önce Karaköy iskelesinin hemen karşısında yer alan Seyahat Sağlığı Merkezi’ne gidip sarıhumma aşısı olmanız tavsiye edilir. Aslında oradaki doktor Tanzanya’nın salgın hastalık riski içeren ülkeler listesinden çıkarıldığını ve aşıya gerek olmadığını söyledi, biz Kenya sınırına gideceğiz deyince aşımızı yaptı. Sarıhumma aşısının seyahatten en az 10 gün önce yapılması gerekiyor. Bir de sıtma riski için seyahatten 2 gün önce başlayıp döndükten sonra 4 hafta daha Tedradox adlı antibiyotikten almanız gerekiyor.  Biz bir de karma aşı yaptırdık.

Ayrıca sineklere karşı mutlaka sinek kovucu spreyler alın hem ciltiniz için hem de otel odalarınıza sıkmak için. Odaya sıkmak için bir sprey ve gece prize takmak için sinek ilacı götürdüm ben. Cilde sıkılan sinek kovucu spreylerin içindeki “deet” oranları önemliymiş, ne kadar yüksekse o kadar iyi koruma sağlıyor. Türkiye’dekilerin oranı biraz düşükmüş, fırsatınız olursa yurtdışından alın. Bir de tabii ki sineklere karşı bileklik takmakta fayda var. Tamam tüm bunları peşpeşe yazınca biraz abartmışım gibi görünebilir ama tüm tedbirleri almakta fayda var, gidip hasta olmaktansa..

Tnz1_4

Gitmeden Alışveriş:

Dürbünsüz bir safari mümkün değil, mutlaka gitmeden önce bir dürbün edinin. Ucuz olanları tercih etmeyin bir işe yaramıyorlar, bütçenize göre orta sınıf birşey alabilirsiniz ama mutkala alın.

Safari boyunca hem sineklerden korunmak hem de toz toprak içinde kalacağınız için, uzun kollu nötr renkler giymekte fayda var. Zaten tüm tavsiyeler de bu yönde. Doğa ile uyumlu, toprak renkleri, hakiler, bejler safari valizinizde olsun. Bir de şapkanız..

Hazırlıklar tamamsa, haydi yolculuk başlasın :)

merhaba tanzanya !

Çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın düğününe katılmak için haftasonunu Aydın’da geçirdikten sonra, 15:30 İzmir – İstanbul uçusu ile başladı yolculuğumuz. Arabamızı havalimanında, valizlerimizi de arabada bıraktığımız için iç hatlardan dış hatlara geçmeden önce arabaya uğradık, valizleri değiş tokuş yaptık ve  19:10 THY İstanbul – Daresselam uçuşu ile devam ettik yolculuğumuza. Saat 02:30 civarında Tanzanya’nın başkenti olan Daressalam’e indik. Uçağın piste yanaşması ve toparlanıp inmemiz saat 03:00’ü buldu.

Tnz2_2

Uçakta iki tane vize formu dağıtmıştı hostesler. Bazı yolcular doldurmuştu formları hemen ama biz doldurmamıştık. Nasılsa inince oldukça vaktimiz olacak diye. Formları doldurduktan sonra, görevliye pasaportlarımızı, 50 usd vize ücretini ve formları verdik ve beklemeye başladık. Çok düzenli bir sistem yok, banko içinde oturan görevliler evraklarınızı kontrol ediyor, sonrasında garip bir telaffuzla isminizi çağırıyorlar. Aynı zamanda pasaportu da gösteriyor neyse ki, bankoya yakın duran bir başka Türk, isminizi doğru olarak okuyunca sıranın size geldiğini anlayabiliyorsunuz. Parmak izi verme işlemi var bir de garipsediğim, schengen vizesi için bile parmak izi verilmezken, Tanzanya vizesi için niye halen anlayabilmiş değilim. Parmak izi faslından sonra, schengen vizesinin siyah beyazı olarak da tanımlayabileceğim Tanzanya vizesine sahip pasaportumuzu aldık.

Tnz2_3

Pasaport kontrolünden geçip, valizlerimizi aldığımızda saat 03:30 civarındaydı. Safari için sabah 06:00 Precision Air Daressalam – Kilimanjaro uçuşunu beklemeye başladık. Henüz check-in kontuarı açılmamıştı. Biz de iç hatlardaki bekleme salonundaki banklara uzandık, çok mümkün olmasa da biraz kestirmeye çalıştık. Kontuar açılır açılmaz valizlerimizi verdik, uçuş salonuna geçtik ve uçağa binmeyi bekledik.

Tnz2_4Uçağımız iki sağda iki solda olmak üzere her sırada 4 kişinin oturduğu büyüklükte, pervaneli bir uçaktı. Bir saatlik bir uçuştu ancak 15-20 dakika rötarlı olarak sabah 7:30’a doğru  Kilimanjaro havaalanına indik. Valizlerimizi aldıktan sonra Sunny Safaris‘den bize 4 gün boyunca eşlik edecek şöförümüz/rehberimiz Andrew havaalanında, elinde ismimizin yazdığı kağıtla bizi karşıladı. Safari aracımız olan yeşil renkli 4×4 Toyota Land Cruiser’a yerleştik ve 8:00 gibi havaalanından Arusha’ya doğru yola çıktık.

Havaalanı çıkışında, Kilimanjaro dağı, zirvesindeki karları ve tüm görkemi ile Afrika kıtasının en yüksek noktası olduğunu ilan ediyordu herkese.  Kilimanjaro havalimanı Arusha arası yaklaşık 50 km ve bir saat sürüyor. Genellikle düz, tek gidiş tek geliş bir yol. Yol boyunca yol kenarında yürüyen ve bisikletli insanlar gördük.

Arusha’da Sunny Safaris’in merkez ofisine uğradık. Safari programımız için günlerce yazıştığımız Masha ile tanıştık, programımızı son kez gözden geçirdik, ödemeyi yaptık ve Andrew ile yola çıktık.

İlk önce bir süpermarkete uğramamızın iyi olacağını söyledi Andrew. Arabada kişibaşı 1 lt su bulunuyormuş eğer daha çok içerseniz, takviye almanız iyi olacaktır dedi. Biz de biraz su biraz da abur cubur aldık ve ilk hedefimiz olan Tarangire Milli Parkı’na doğru yola çıktık. Arusha – Tarangire arası yaklaşık 120 km. Anayoldan çıktıktan sonra milli parka doğru stabilize yoldan devam etmek gerekiyor.

Tnz2_5

Milli parkın giriş kapısına ulaştığımızda saat 12:00 olmuştu. Andrew öğle yemeklerimizi birer karton kutu içinde bize verdi. O milli park giriş işlemlerini hallederken biz de kumanyalarımızı yemek için piknik alanına yerleştik. Öğlen yemeği menüsünde iki sandviç, mango suyu, elma, kek, ızgara tavuk ve ne olduğunu tam anlayamadığım bir sebze kızartması vardı. Bizim gibi birşeyler yiyen 3-4 kişi daha vardı ve ağaçlarda ve etrafta maymunlar dolaşıyordu. Aaaa bir tanesi bize doğru geliyor, fotoğraf makinesi nerde dememe kalmadan sandviçimin birini maymuna kaptırmam bir oldu. Böyle bir olasılık olduğunu bilmeme rağmen nasıl oldu da yemeğime sahip çıkamadım şaşırdım kaldım, maymun o kadar hızlıca ve ustalıkla kaptı ki sandviçi inanamadım.

Tnz2_6

Yaklaşık yarım saatlik yemek molasının ardından, jipimize atladık ve Tanzanya’nın 6. büyük milli parkı olan Tarangire Milli Parkı’nda safarimize başladık. Milli parkın ismi, milli parkın içinden geçen ve bizim de orada olduğumuz zamana denk gelen kurak mevsimde vahşi hayvanların tek su kaynağı olan Tarangire Nehrinden geliyor. Burayı safari programımıza dahil etmemizin en önemli sebebi ise çok sevdiğim fillerin, dünyada en yoğun olarak yaşadığı yer olması..

Tnz2_7

Safari boyunca filler, zürafalar, ceylanlar, afrika antilopları (gnu), zebralar, aslanlar, deve kuşları gördük. Tüm bu hayvanları doğal ortamlarında gözlemlemek çok keyif verdi bize. Bir yandan da Andrew bize hayvanlar hakkında bilgiler verdi. Özellikle aslanlar gündüzleri gölge bir ağaç altında dinlenerek geçiriyorlar. Kurak mevsim olduğu için de otlar hep sarı bu nedenle kamufle olmak aslanlar için çok kolay. Andrew’ün keskin gözleri sayesinde biz de dinlenen aslanları farkettik, hatta bir tane aslanın yemek yemesine bile şahit olduk safarimizin ilk gününde.

Foto Galeri 1

Parkın içinde dolaşırken nehrin olduğu kısma da gittik. Nehrin yatağı oldukça net görülebiliyordu ancak nehirdeki su yok denecek kadar azalmıştı. Birçok hayvan da su ihtiyacını giderebilmek için nehrin yatağında toplanmıştı. Fillerin dişleriyle toprağı kazıp suya ulaşabildiklerini hiç bilmezdik. Tabii ki fillerin hepsinin dişleri sapasağlam yerinde.

Tnz2_12

Tnz2_13

Tarangire Milli Parkı’ndan bahsederken baobab ağaçlarından bahsetmemek olmaz. İlk defa duyduğumuz ve gördüğümüz bu ilginç ağaçlar, Afrika ve Asya’nın tropikal bölgelerinde yetişiyorlar. Gövdelerinin çevresi 30 m’yi, çapı ise 9 m’yi bulabilen bu ağaçların en önemli özelliği gövdelerinin bir su deposu görevi görmesi böylece kurak mevsimi rahat  geçirebilmeleri.

Saat 16:30’a kadar safarimize devam ettik ve günün yorgunluğu ile ilk gecemizi geçireceğimiz Kirurumu Tented Camp’a doğru yola çıktık. Adından da anlaşılacağı üzere, içinde tuvalet ve banyosunun olduğu sabit çadırlardan oluşan bir otelde konaklayacağımız için heyecanlıydık. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra çadır-otelimize vardık. Taze sıkılmış tropikal meyva suları ile karşılanmak çok keyifliydi. Masaai kıyafetli bellboy’lar sırtçantalarımızı otele çadırımıza kadar taşıdı. Çadırımız tam da resimlerde gördüğümüz gibi, beton bir zemin üzerinde yerden 3-4 basamak yukarıdaydı. Önünde küçük bir terası, içinde tuvaleti ve banyosu vardı. Oldukça geniş ve ferahtı. Birer duştan sonra terasımızda Manyara Gölü’ne karşı biralarımızı yudumlarken, günün yorgunluğunu atmaya çalıştık.

Tnz2_14

Safari’de oteller tam pansiyon, yani akşam yemeğini de otelde yiyecektik. Zaten istesek de gidebileceğimiz bir yer yoktu. Akşam menümüzde çorba, et yemeği ve tatlı vardı. Yemekler lezzetli, personel güleryüzlü, biz ise yorgunduk. Yemekten sonra biraz daha oturup çadırımıza döndük ve erkenden uykuya daldık.

Odalarda sprey şeklinde olan sinek/böcek ilacından vardı. Ben de zaten tedbirli davranıp yanımda getirmiştim. Yemek öncesinde heryere sıktım, yatarken de yine yanımda getirdiğim prize takılan sinek ilacını devreye soktum ki Tanzanya maceramızda sinekler bizden uzak dursun..

Tanzanya macerasının devamı için sonraki sayfaya lütfen :)

Merhaba

Gezdiğim gördüğüm yerleri ve anılarımı her zaman canlı tutmak için seyahatlerde notlar tutuyorum. Geçen zaman içinde seyahat anılarımın, zor anımsadığım anlara dönüşmesine izin vermek istemiyorum…

Aksine, aradan geçen zamana meydan okuyarak, o anların doyasıya keyfini sürmek ve anıları güncel tutmak ve diğer seyahatseverler ile paylaşmak istiyorum…

İşte bu nedenle seyahatlerde aldığım gezi notlarımı derleyip, burada paylaşacağım..

Umarım gezerken ve yazarken aldığım keyfi size yansıtabilirim …

Londra’da İkinci Gün

Londra’daki ikinci günümüzde planımız Tower Bridge ve Tower of London’dan başlamaktı. Otelimizden Tower Bridge yaklaşık 10 dakikada yürüdük.

Londra’nın sembollerinden birisi olan Tower Bridge, 1894 yılında tamamlanmış. Köprünün iki önemli özelliği var. İki kule birbirine bir yürüyüş platformu ile bağlı ve büyük gemilerin geçişi için köprünün yukarıya kalkabilen bir mekanizması var. Tower Bridge’in içini gezmek ve yukarıdaki yürüyüş platformunda yürümek isterseniz kişi başı 6,20 £ ödemeniz gerekiyor. Havanın soğukluğunu da göz önünde bulundurarak biraz içeride gezmenin iyi bir fikir olacağına karar verdik biz.

Köprünün ilk ayağından bir asansör ile yukarıya çıkıyorsunuz, burada bir animasyon filmi ile köprünün hakkında bilgi ediyorsunuz, sonrasında ise iki kule arasında yer alan ilk yürüyüş platformunda (doğu platformu) “Dünyanın En Harika Köprüleri” konulu sergiyi gezerken, Londra’nın iş merkezi olan Canary Wharf’ı görebilirsiniz. Bu sergide Boğaziçi Köprüsü’nü görmek bizi memnun etti açıkcası.

Foto Galeri 1

Doğu platformunu bitirip diğer kuleye geçtiğinizde yine köprü ile ilgili kısa bir film izleme şansınız var. Sonrasında dilerseniz, batı platformunda yürüyebilirsiniz. Bu taraftaki manzarada ise şehrin önemli binalarından St Paul Katedrali ve inşaa halindaki The Shard isimli gökdeleni görmeniz mümkün. Piramit şeklindeki görüntüsüyle dikkat çeken bu bina tamamlandığında 309,6 m. yüksekliği ile Avrupa’nın en yüksek binası olacakmış. Böylece İstanbul’daki Sapphire (261 m.) bu ünvanını büyük bir fark ile The Shard’a kaptırmış olacak. Batı platformda da “Modern Oyunlara ev sahipliği yapan Şehirler” konulu bir sergi yer alıyor. Bu sergi pek ilgimizi çekmediği için hızlıca yürüdük ve kuleden aşağıya indik.

İnerken karşımıza çıkan hediyelik eşya mağazasından, biraz pahalı (10,00 £) olsa da Tower Bridge önünde çekildiğimiz harika gece fotoğrafını almadan geçemedik. Kuleden çıktıktan sonra köprü üzerinde yürümeye devam ettik ve kulenin yapıldığı zamana ait orijinal buharlı makina dairesini gezdik. Böylece Tower Bridge gezimizi tamamlamış olduk

Sırada Tower of London vardı. Thames Nehri’nin kenarında yer alan Tower of London, şehrin en korku salan yapısı olması ile ünlü.

Kule, 1078 yılında, şehri koruyan bir kale, kraliyet sarayı ve suçluların hapsedileceği bir tutukevi olarak inşa edilmiştir. Ancak tutukluların gördüğü işkenceler ve burada yapılan idamlarla şehrin en korku salan yapısı olarak anılmaya başlanmıştır.

Tower of London kompleksi bir çok farklı yapıyı bünyesinde barındırıyor. White Tower, Medieval Palace, Bloody Tower, Waterloo Block, Chapel Royal bunlardan sadece birkaçı.

Kulenin turistler tarafından bir çekim merkezi haline dönüşmesindeki en önemli etkenlerden birisi, II Charles döneminden itibaren (1660-1685), kraliyet hazinesini oluşturan mücevherlerin (resmi törenlerde kullanılan taçlar, asalar, kılıçlar ) halka açık olarak sergilenmesidir. Mücevherler, Waterloo Block’ta sergilenmektedir. Kraliyetin gücünü ve zenginliğini temsil eden bu mücevherlerin içinde, dünyanın en büyük işlenmiş elması olan, 530 karatlık ilk Afrika Yıldızı, Haçlı Asa’nın üzerinde göz kamaştırmaktadır.

Beefeater ya da Yeoman Warder olarak isimlendirilen 35 muhafız kuleyi korumakla görevliymiş. (Burada “beefeater”ın sadece bir cin/bir içki markası olmadığını da anlamış olduk :)) Ancak günümüzde daha çok tur rehberi gibi görev yapıyorlar. Kulenin giriş kapısından 10:30 14:30 arasında her yarım saatte bir tura çıkıyorlar, kule ile ilgili efsaneleri, yaşanan olayları ve diğer detayları orijinal kıyafetleri içinde “Beefeater”lardan dinlemek oldukça keyifli. Aksanlı bir İngilizce ile hikayeler dinlerken, bir süre sonra zaten sanki “listening” dersindeymişiz gibi hissetmeye başlıyorsunuz. Turun biraz uzun sürdüğünü de belirtmek isterim, eğer çok fazla vaktiniz yoksa kendiniz  de dolaşabilirsiniz. Biz turun bir kısmını “Beefeater” ile yaptıktan sonra, gruptan ayrılıp kendimiz devam ettik.

ing1_5

Tower of London ile efsaneleşmiş bir de siyah kuzgunların hikayesi var. İnanışa göre, kulenin bahçesinde yer alan kuzgunlar kuleyi terkederlerse, kraliyet yıkılacak. Bu nedenle, zavallı kuzgunlar uçamasın ve kuleyi terk edemesin diye kanatları bedenlerine tutturulmuş.

Kuledeki turumuzu tamamladıktan sonra birşeyler atıştırmak ve biraz ısınmak için kule kompleksinin içinde yer alan New Armouries Cafe’ye oturduk. Yemekten sonra metro ile Hyde Park’a gitmeye karar verdik.

Foto Galeri 2

Hyde Park  o kadar büyük ki, parkın hangi tarafına gideceğinize karar verip ona göre metroya binmeniz gerekiyor. Biz parkın kuzey ucuna gitmeye karar verdik ve tube’dan Marble Arch’ta indik. “Marble Arch”, Buckingham Sarayı’nın ana girişi olarak tasarlanmış ancak, bir rivayete göre büyük arabaların altından geçememesi sebebiyle, bugün bulunduğu noktaya taşınmış. Bugün bulunduğu nokta ise, 1388- 1793 yılları arasında, Tyburn Darağacı olarak bilinen ve halka açık idam cezalarının gerçekleştirildiği alanmış.

Hyde Park, Londra’da yer alan kraliyet parkları içinde en büyüklerinden biridir ve 17. yüzyıl başında halka açılmış. Serpentine olarak bilinen göletin ikiye ayırdığı parkın devamı Kensington Gardens olarak adlandırılmış. Kensington Gardens ile birlikte toplam 253 hektarlık bir alanı kaplayan Hyde Park, bu kadar büyük bir metropolde insanların kaçış noktası.

Hyde Park ile özdeşleşmiş bir nokta var ki o da Speakers’ Corner yani “Serbest Kürsü”. Pazar günleri insanların serbestçe fikir ve düşüncelerini paylaştıkları bir nokta burası, parkın kuzeydoğu köşesinde, Marble Arch’a yakın, gitmişken görmekte fayda var.

Park o kadar büyük ki yürüyerek dolaşmanız imkansız. Bu noktada da karşınıza bisiklet kiralama noktaları çıkabilir. Barclays Cycle Hire” noktalarından bisikletinizi alabilirsiniz. Bisikleti almak için 1,00 £, sonrasında da kullandığınız süreye göre ücret ödüyorsunuz. Mesela yarım saate kadar bedava, 1 saate kadar  1,00 £. En güzel kısmı ise, şehrin farklı noktalarından aldığınız bisikletleri farklı noktalarda bırakabilmeniz. Biz Hyde Park’a giriş yaptığımız bir noktadan aldık bisikletleri ve yaklaşık 40 dakika tüm parkı turladık. Sonrasında da, parkın güneyinde Knightsbridge metro durağına yakın bir noktaya bisikletleri bıraktık.

ing1_9Hyde Park’tan sonra sıra Londra’nın meşhur departmant store’u olan Harrodsu görmekteydi. 1834 yılında kurulan ve lüks alışverişin önemli bir noktası olan Harrods’ta 330 farklı departmanda hemen hemen herşeyi bulmak mümkün. Alışveriş yapmasak da Harrods’ı gezmek güzeldi.

Mağaza içinde dolaşırken Mısır teması ile dekore edilmiş bir odadan çıkıp Prenses Diana ve Dodi Al-Fayed anısına düznelenmiş bir köşe ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Farklı dekore edilmiş bölümlerden, bir odadan diğerine geçerek kayboluyor insan. Karışık bir planı var ama eminim bilinçli olarak böyle tasarlanmıştır, insanların içinde kaybolması ve daha çok vakit geçirmesi amacıyla.

Harrods’tan sonra metro ile Piccadily Circus’a gittik. Londra’nın önemli meydanlarından birisi olan Piccadily Circusyani Piccadily Meydanı günün her saati oldukça hareketli ve kalabalık. Burası bir meydan ama çok büyük değil, aynı zamanda bir kavşak. En önemli özelliği ise, yüzyıldan fazla bir süredir neon ışıklı reklam tabelalarına ev sahipliği yapması. Her meydanda olduğu gibi bir de heykel var tabii ki burada, Eros Heykeli. Heykelin çevresinde yer alan basamaklar da oturup etrafı izleyen ve laflayan gençlerle dolu.

ing1_10

günün devamını en kısa zamanda paylaşacağım…

İngiltere

2012 yılında 15 Mart – 19 Mart tarihleri arasında canım eşim ile birlikte, 4 gece 4 günlük, biraz kısa, biraz soğuk ama güzel bir Londra seyahati yaptık. Yazının Devamı…

Londra’da İlk Gün

İstanbul Sabiha Gökçen’den Londra’ya uçuşumuz saat 13:50’deydi. Uçuş yaklaşık 4 saat sürüyor. Rötarsız bir şekilde havalandık ve Türkiye saati ile yaklaşık 18:00 civarında Luton havalimanına indik. Ancak Türkiye İngiltere arasında 2 saat fark olduğu için Londra’ya giderken, iki saat karımız oldu.

Luton havalimanın şehrin yaklaşık 50 km batısında yer alıyor ve Easyjet gibi ucuz havayolu şirketlerinin kullandığı oldukça küçük, sadece tek terminali olan bir havalimanı. Bu nedenle havalimanında pasaport işlemleri, valiz bekleme vb işlemler oldukça  kısa sürdü.

Havalimanından şehir merkezine ulaşım için iki alternatif var tren yada otobüs. Tabii ki her zaman taksi alternatifi de var ama biz pek tercih etmiyoruz. Tren havalimanından yaklaşık 1,5 km uzaklıkta ve havalimanından tren istasyonuna shuttle var. Otobüsler ise terminalin hemen dışından kalkıyor, bizdeki Havaş’lar gibi. Tren terminaline gitmek için bir aktarma daha yapmak istemedik bu nedenle bize otobüs daha pratik geldi ve otobüsü tercih ettik.

Otobüs için de birkaç alternatif var National Exprees, Green Line ve Easybus. Easybus, Easyjet’in sağladığı transfer hizmeti. Biz havalanından şehre transfer için Easybus’ı tercih ettik. Web sitesinden online olarak bilet alınabiliyor, seyahatinizden ne kadar önce alırsanız o kadar ucuza şehir merkezine ulaşabilirsiniz. Fiyatlar uçak biletleri gibi değişken. Örneğin havaalanından şehre 18 £’a ulaştık, dönüşte şehirden havaalanına ise sadece 8 £’a.

ing2_2

Şehir merkezinde otobüslerin durduğu 4-5 farklı durak var. Otelinizin yerini, otele hangi metro hattı ile ulaşacağınızı tespit edip, otobüsten de hangi durakta ineceğinize karar vermeniz gerekiyor.

Otobüs saatine; uçağınızın varış saati, rötar olasılığı ve pasaport işlemlerinin de vakit alacağını hesap ederek  karar verin. Easybus’tan aldığınız otobüs biletini; bir saat öncesi ve bir saat sonrasındaki otobüslerde de kullanabilirsiniz. Ancak tabii ki yer garantisi veremiyorlar.

Biz bu marjları da düşünerek, saat 17:30 daki otobüs için iki kişi 18 £’a bilet almıştık. Ancak hiç rötar olmadı ve havaalanı o kadar küçüktü ki, işlemlerimiz çok hızlı bitti. Hemen Easybus’ın bankosuna gittik ve saat 16:30’daki otobüste de yer olunca bu otobüse yerleştik.

ing2_3Otelimiz Londra’nın “City” bölgesindeki, “İbis London City” idi. Londra genel olarak pahalı bir şehir, haliyle oteller de pahalı. booking.com ve tripadvisor.com’da geçirdiğimiz uzun saatlerden sonra, bütçemizi de biraz yükselttik ve konaklama için İbis London City’i seçtik ve oldukça memnun kaldık. Otele gecelik 95,50 £ ödedik, kahvaltı fiyatın içinde değildi ve açık büfe kahvaştı kişibaşı 7,50 £’tu.

Londra büyük bir şehir, bu nedenle yürüyerek dolaşmanız pek mümkün değil. Otel seçerken, otelin en azından şehrin görülecek önemli yerlerinden birine yürüme mesafesinde olmasına ve özellikle metro durağına yakın olmasına dikkat edin.

Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra, Easybus’tan Baker Street durağında indik. Metro ile otelimize gitmeyi planlamıştık ancak acıktığımız için hızlıca birşeyler atıştırmaya karar verdik. Tüm seyahatimiz boyunda sık sık gördüğümüz “Pret a Manger”e uğradık. Sağlıklı ve taze atıştırmalıkların yer aldığı bu cafe/restoranda hızlıca birşeyler yedik. Füme samon sandviç (3,90 £), 750 ml su (1,50 £) ve meyve salatası (3,35 £).

ing2_4

Sıra Londra’nın meşhur metrosuna, onların deyimiyle “tube” a binmekteydi. Toplam 11 farklı metro hattı olduğunu da belirtmekte fayda var sanırım. Londra metrosuyla tanışmamızBaker Streetdurağı ile oldu. Durağa inince insan düşünmeden edemiyor, burası kaç yıllık diye.. Sonradan öğrendik ki, burası 1863 yılında açılan ve dünyanın ilk yeraltı raylı sistemi olan Metropolitan Railway (MR) hattının orijinal duraklarından biriymiş. Yaklaşık 150 yaşındaki bu durak günümüzde, “Circle” (sarı) ve “Hammersmith & City” (pembe) hatların durağı olarak hizmet veriyor.

ing2_5Yeri gelmişken, ilk kez Londra’ya gidecekler için, Londra ulaşım sisteminin en önemli unsuru olan “Oyster Cardtan da bahsetmek gerek. Bankamatik kartı görünümünde, içine para yüklenerek tüm toplu taşıma araçlarında bilet yerine kullanabileceğiniz ve ulaşım masrafınızı minimize edebileceğiniz bir kart. Örneğin otobüste nakit olarak bilet alınca 2,30£ öderken, Oyster Card ile 1,35 £ ödüyorsunuz. Metroda ise, ikinci zona kadar nakit 4,30 £ öderken, Oyster Card ile yoğun saatlerde (haftaiçi sabah 6:30-9:30 akşam 16:00-19:00) 2,70 £, normal  saatlerde ise 2,00 £ ödüyorsunuz.

ing2_6

Baker Street durağından aldığımız Oyster Card’larımıza 10 £ yükletip, “Hammersmith & City” (pembe) hattı ile 7 durak sonra “Altgate East” istasyonunda inip durağa çok yakın olan otelimize vardık.

Otele vardığımızda saat 19:00’ye geliyordu, odamıza yerleştikten sonra fazla vakit kaybetmeden metro ile “Covent Garden”a gittik.

Covent Garden, Londra’nın önemli turistik bölgelerinden biri. Trafiğe kapalı sokakların ve meydanın yer aldığı Covent Garden’ın tam ortasında Piazza ve Central Market yer alıyor. 1800 yıllarda inşa edilmiş olan bu pazar o dönemde meyve ve sebze topancılarına hitap ederken günümüzde, hediyelik eşyalar, kitapçılar, butikler, cafe ve barların yer aldığı bir mekana dönüşmüş. Dünyanın en büyük Apple Store’u 2010 yılında Covent Garden’da açılmış. Bu bölgede yer alan St. Paul Kilisesi ve Royal Opera House da bölgenin diğer önemli yapıları. Sokak sanatçılarının da sık uğrak yeri olan Covent Garden bir turist için oldukça keyifli bir yer.

ing2_7

Akşam yemeğinde ulusal İngiliz yemeği olarak kabul edilen fish and chips yemeğe karar verdik. Rehber kitabımıza göz attık ve kitapta en iyi fish and chips yapan dört yerden biri olarak geçen Rock & Sole Plaice ’e yakın olduğumuz için burayı bulup yemek yemeğe karar verdik. Mekanı bulduk, dışarıda da masalar vardı ama hava Londra’da yeterince ısınmamıştı, bu nedenle içeride oturmaya karar verdik. İçerisi çok küçüktü ama bir de alt katı varmış, biz de alt kata indik. Rock & Sole Plaice uzun uzun oturup yemek yenecek türden bir restoran değil, daha çok fast food gibi.

ing2_8

Menüde “fish and chips” başlığının altında, balıkların çeşidine göre 5-6 çeşit vardı. O an İngilizce balık isimlerini hiç bilmediğimi farkettim. Codfish-morina balığı, haddock – mezgit, plaice ise pisibalığıymış, döndükten sonra öğrendim. Menüdeki çeşitlerden yöresel ve en iyisi hangisidir diye garsona danıştık ve “cod fish” cevabını aldık. “Fish and chips” normal (13,50 £) ve büyük boy (16,00 £) olarak yer alıyor menüde, ortaya bir de acılı karides (king prawn chili rolls) (5,00 £) söyledik. Bu arada bira çeşitlerinin içerisinde Efes Pilsen’i görmek bizi memnun etti.

ing2_9

“Fish and chips” yanında iri iri doğranmış patates kızartması, ezilmiş bezelye ve beyaz bir sos ile servis ediliyor. Lezzet için ise ne yazık ki mükemmeldi diyemeyeceğim. Bu arada mekanın alt katının dekorasyonundan da bahsetmem gerek. Duvarlar ve tavandaki dekorasyon, sanki bir akvaryumun içindeymişsiniz hissi veriyor..

Yemekten sonra her ne kadar kolumuzdaki saat 23:00’ü gösteriyorsa da biyolojik saatimiz 01:00 olmuştu ve artık uyku bizi çağırıyordu.

Çek Cumhuriyeti

PRAG

2011 yılında 15-18 Nisan tarihleri arasında canım eşim ile birlikte, 3 gece 4 günlük, kısa ama çok güzel ve özel bir Prag seyahati yaptık. Yazının Devamı…

Avusturya – Viyana, Slovakya – Bratislava

2010’un Kasım’ında eşim ile birlikte kurban bayramı tatilinden istifade ederek Viyana turu yaptık. İstanbul’dan Viyana’ya uçtuk, Viyana’da 5 gece konakladık, bir gün trenle günübirlik Bratislava’ya gittik. Yazının Devamı…

Güney İtalya

2010 yılında 18-27 Haziran tarihleri arasında canım eşim ile birlikte, 9 gece 9 günlük, çok güzel ve özel bir Güney İtalya ve Sicilya seyahati yaptık. Yazının Devamı…

Roma’da ilk gün

Merdivenler üzerinde oturmuş yerel insanlar ve turistlerle dolu. Merdivenlerin başladığı meydan, Piazza di Spagna yani İspanyol Meydanı.

Merdivenler kadar popüler olan bu meydan, günün her saatinde hareketliliğini koruyor. 17. yüzyılda, İspanya’nın Papalık Büyükelçisi’nin merkezini bu meydanda kurduğunu ve bu bölgenin bir İspanyol bölgesi haline geldiğini söylüyor rehber kitabımız. Biz de, kitabımız karıştırırken merdivenlerde biraz soluklanıp, meydanın keyfini çıkardık.

ita2_2

Meydanın ortasında yer alan bir de çeşme var “Fontana della Barcaccia”.  Meydanın keyfini çıkardıktan sonra, merdivenlerin tam karşısında devam eden sokaktan yürümeye başladık. Burası “Via Condotti” olarak biliniyor ve lüks markaların yer aldığı bir alışveriş caddesi olarak göze çarpıyor. Via Condotti’den şehri yürüyerek keşfe devam ettik ve bir anda kendimizi meşhur “Fontana di Trevi”de yani “Aşk Çeşmesi”nde bulduk.

ita2_3

Fontana di Trevi, etrafı binalar ile çevrili küçük bir meydanın neredeyse tamamını kaplayan bir büyüklükte ve görkemde. Etrafı turistlerle, içi bozuk paralarla dolu bu çeşme, Roma’nın en büyük çeşmesi ve önemli sembollerinden birisi.

Çeşmeye bozuk para atma geleneğini bozmadık biz de. Çeşmenin etrafındaki merdivenlerde kendimize bir  yer bulup biraz dinlendikten sonra keşfe devam..

ita2_4

Bir sonraki durağımız Piazza Veneziave Vittorio Emanuele Anıtı. Piazza Venezia’ya hakim olan devasa anıtın İtalya’nın ilk kralı olan II: Vittoria Emanuele’ye adandığını söylüyor rehber kitabımız. Anıtın sağ ve sol en üst noktasında yer alan atlı heykeller ve tam ortasındaki kralın atlı heykeli anıtın boyutlarıyla uyumlu olarak oldukça büyük ve görkemli.

Anıtı karşımıza aldığımızda sağ tarafta kalan merdivenlerden çıkarak anıtın çeşitli kademelerinden Roma manzarasını seyrettik. Forum anıtın hemen arkasında yer alıyor. Bu nedenle anıtın arkasındaki teraslardan Forum’u ve Collosseum’u görmeniz mümkün. Bir de bu anıtın en üstüne çıkan bir asansör kulesi var anıtın arka tarafında. kişi başı 7 EUR ödeyerek asansörle yukarıya çıkabilirsiniz, biz çıkmadık o nedenle yukardan manzara hakkında malesef bilgi veremeyeceğim.

Anıtın arka tarafında Santa Maria in Aracoeli kilisesi yer alıyor ve kilisenin önünde 124 basamaktan oluşan dik bir merdiven var. Şansımıza bir kilise düğününe denk geldik. Biz de diğer turistler gibi davetlilerle gelin ve damadı göz hapsine aldık :)

ita2_5

Vittorio Emanuele Anıt’ndan sonra sırada Piazza del Campidoglio var. Michelangelo’nun tasarladığı bu meydana Cordonata adı verilen merdivenlerle çıkılıyor. Kare şekline yakın olan meydanın zemininde siyah ve beyaz taşlardan geometrik bir desen var. Meydanda “Palazza Nuovo” ve “Palazzo dei Conservatori” müzeleri bulunuyor. Biz müzelerin içini gezmedik, binalara dışarıdan bakmakla yetindik.

Piazza del Campidoglio’nun sağ tarafındaki dar yoldan meydanın arkasına geçip, Forum manzarasına bakmayı unutmayın sakın. Bu meydanda ve meydanın arkasında yine gelin ve damat’lar ile karşılaştık ve buranın şehirde fotoğraf çekimleri için tercih edilen bir meydan olduğuna karar verdik. Gelin ve damadın peşinde fotoğrafçılar onlara bizde olduğu gibi komik pozlar verdiriyorlardı :) Bir de burada süslemesini çok şirin bulduğum bir gelin-damat arabası gördük. Sizin de beğeneceğinizi umuyorum :)

Piazza del Campidoglio’dan sonra hedefimiz Colosseum ve Forum. Forum’un girişi Colosseum’un olduğu taraftan. O bölgeye Via dei Fori Imperiali’den yürüyerek gittik. Cadde üzerinde bulduğumuz pizzeria’da açlığımızı bastırdık. Yol üstünde en ilgi çekici yapı “Traianus Pazarları”ydı. Rehber kitabımız bu yapının günümüz modern alışveriş merkezlerinin antik Roma’daki karşılığı olduğunu söylüyor bize.

ita2_6

Veee işte “Colosseum”dayız.. İS 72 yılında yaptırılan ve 55 bin izleyici kapasitesine sahip olan Colosseum, vahşi hayvanların ve gladyatörlerin dövüşlerine sahne olmuş yıllarca. Günümüze gelene kadar bir kısmı tahrip olmuş olsa da görkemini hiç kaybetmemiş bence.

Colosseum ve Forum’un içine aynı biletle giriş yapılabiliyor. Bilet ücreti 12 EUR.

İçeriye girdiğimizde Colosseum’un dışarıdan daha görkemli ve etkileyici göründüğünü düşündük açıkcası. Arenanın iç kısmındaki tribünlerin büyük kısmı yıkılmış ve aşınmış durumda. Arenanın altındaki odaları da görmek mümkün iç kısımdan. Bu kısımda dövüşecek hayvanların kapatıldığı kafesler ve odalar yer alıyormuş. Dışarıdan daha görkemli olsa da iç kısımdaki havayı hissetmek için içeriyi de gezmenizi tavsiye ederim.

ita2_7

Colosseum’dan sonra Forum’u gezdik. Forum, oldukça geniş bir alana kurulu. Şehir merkezinde böyle büyük bir alanda antik Roma’nın kalıntıları bizi şaşırtsa da aslında bu yapıların çok az bir kısmı günümüze kadar gelebilmiş. Rehber kitabımız, Forum, Antik Roma’nın siyaset, ticaret ve hukuk yaşamının merkezi olduğunu söylüyor bize. Forum’da yer alan en önemli yapılar; Vesta Tapınağı, Vesta Bakireler Evi, Constantinus & Maxentius Bazalikası, Satürn Tapınağı ve Septimius Severus Zafer Takı. Forum içinde gezerken tam algılayamıyor insan, o nedenle mutlaka Piazza del Campidoglio’nun arkasından Forum’a bakmanızı tavsiye ediyorum.

ita2_8

Kısaca bahsetmek istediğim bir yer daha var aynı bölgede. Forum’un batısında Palatino olarak bilinen bu bölgede de antik kalıntılar yer alıyor. Eğer ilginizi çekiyorsa aynı biletle gezebiliyorsunuz. Biz çok detaylı olarak olmasa da, Forum’a bu bölgeden giriş yaptığımız için hızlıca gezerek Forum’a doğru yürüdük.

ita2_9

Forum ve Colosseum’dan sonra,  Arco di Costantino (Constantinus Zafer Takı)’nun altından geçerek Circus Maximus’un yanına geldik. Uzun bir çayırlık meydan görünümünde olan bu alanın, bir zamanlar antik Roma’nın en büyük stadyumu olduğuna ve 300.000 kişiyi alabilecek kapasitesinin olduğuna inanmak biraz güç.

ita2_10

Circus Maximus’un yanından Tevere Nehrine doğru yürümeye devam ettik ve Piazza della Bocca della Verita meydanına geldik. Bu meydandaki en dikkat çekici yapılar, İÖ. 2. yy tarihli, Forum Boarium tapınaklarıydı. Yuvarlak bir formda ve 12 sütundan oluşan Herkül tapınağı, Roma’da gezerken, sokakların ve mahallelerin aralarında görmeğe alıştığımız, oldukça iyi korunan tarihi yapılardandı. Tevere Nehri’nin üzerindeki Ponte Palantino’dan nehrin karşı kıyısına geçtik.

Nehrin kıyısında kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra Tevere Nehri üzerindeki Isola Tiberina adasına geçtik. Bu adada, vebayı iyileştiren Tanrı olarak bilinen Aesculapius’a adanmış bir tapınağın yer aldığını söylüyor rehber kitabımız. Bu tapınağın inşa edildiği İÖ 293 yılından bugüne, hastalar ve bu ada arasında bir ilişki kurulmuş. Adada halen bir hastanenin faaliyet göstermesi de bu açıdan oldukça ilginç aslında.

Roma sokaklarında biraz kaybolduktan sonra sıra Piazza Novano’ya gelmişti. Roma’nın en güzel meydanlarından biri olan Piazza Novana, Barok mimarinin izlerini taşıyor. Bir zamanlar bu meydanın olduğu yerde Domitianus Stadyumu’nun yer aldığını söylüyor rehber kitabımız. Oldukça büyük, keyifli ve hareketli bir meydan burası.

Meydanın tam ortasında “Fontana dei Quattro Fiumi” (Dört Nehrin Çeşmesi) çeşmesi yer alıyor. Heykeltraş Bernini’nin eseri olan bu çeşmeyi bir çoklarınız Dan Brawn’un ünlü eseri “Melekler ve Şeytanlar”tan hatırlayacaksınız. Dünyadaki dört büyük ırmak olan Ganj, Tuna, Nil ve Rio de la Plata’nın dört büyük dev ile betimlendiği çeşmenin tam orasında bir de dikilitaş yer alıyor.

Fontana dei Quattro Fiumi çeşmesi dışında, meydanın her iki ucunda da yine çeşmeler bulunuyor. Meydandaki diğer önemli yapı ise Alman kilisesi olarak bilinen Santa Maria dell’Anima”.

ita2_11

Meydan, kendi çizdikleri Roma manzaralarından oluşan tabloları satan sanatçılar, kendine özgü müzik enstrümanları çalan sokak müzisyenleri, gösteriler yapan dansçılar, parmak kuklalar ile müzik eşliğinde gösteri yapanlar, önündeki kaseye para atınca hareket eden insan heykeller ile doluydu… Yani bir turistin isteyeceği cazibeye sahip tam anlamıyla.

ita2_12

Meydandanki ressamlardan Roma’nın üç güzel yerinin resimlerini içeren (İspanyol Merdivenleri, Trevi Çeşmesi, Colleseum) bir tablo aldık 10 EUR’ya. Bu tablo şimdi evimizin duvarlarını süslüyor :)

Novana Meydanı’ndan sonra “Piazza della Rotonda”ya (Rotonda Meydanı) doğru devam ettik. Bu meydandaki en önemli yapı tabii ki “Pantheon”. Yaklaşık 2000 yıldır Roma’nın kalbinde yer alan Pantheon “bütün Tanrı’ların tapınağı” olarak anılıyor. Saat biraz geç olduğu için malesef Pantheon’un içine giremedik, içini gezmek de bir sonraki güne kalmıştı artık. Bu nedenle Pantheon ile ilgili detaylara daha sonra yer vereceğim.

Sabahtan beri Roma sokaklarını arşınladığımız için artık güzel bir akşam yemeğini  haketmiştik. Novana meydanından çok keyif aldığımız için, akşam yemeği için meydanın çevresinde yer alan restoranlardan birisine oturduk: Bar Pizzeria Novana. Deniz ürünlü spagetti ve ravioli yedik, 1 büyük su ve bira içtik. Hesap toplam 61 EUR geldi, restoran meydanda ve oldukça turistik olduğu için hesaba kuver ve bahşiş ilave edilmişti.

 

Yemekten sonra, Hadrianus Tapınağı”nın olduğu meydana geldik. İS 145 yılında yaptırılan tapınağın günümüze kadar gelen sütunlarının Roma Borsa binasının ön cephesini oluşturduğunu söylüyor bize rehber kitabımız. Modern mimarinin tarihi yapı ile nasıl uyum içinde yer aldığının güzel bir örneği aslında bu bina.

Otelimize doğru dönerken, Roma’nın gece manzaralarını da görmek istediğimizden, yolumuzu Trevi Çeşmesi’ne doğru yönelttik ve bu meydanın ve çeşmenin keyfini bir kez de gece çıkardık.

Foto Galeri 1

İspanyol Merdivenleri otelimize çok yakın olduğundan, buraya uğramadan otelimize dönmeyelim dedik. Sanki İspanyol Merdivenleri’ne uğramazsak, gözümüze uyku girmecekmiş gibi :)

 

Günümüzü, gezmeye başladığımız ilk yer olan İspanyol Merdivenleri’nde noktaladıktan sonra, tüm gün çok güzel gezmenin keyfiyle otelimize döndük.

 

 

Roma (İstanbul-Roma)

İstanbul – Sabiha Gökçen – Roma uçuşumuzu Blu-Express’ten, iki kişi için tek yön herşey dahil 154 EUR’ya aldığımız ucuz biletler ile gerçekleştirdik.  Uçağımız saat 15:35‘teydi ancak, uçuşa 2 hafta kala tarifedeki değişiklik nedeniyle uçağımızın saat 22:55’e alındığını öğrendik. Roma’da akşam yemeği hayallerimiz böylece suya düşmüş oldu.

Uçağımız biraz rötarla saat 21:45 civarında havalandı ve Roma saatiyle saat 23:00 civarında iniş yaptı. Pasaport kontrol işlemlerini tamamlayıp, valizleri aldıktan sonra şehir merkezine gitmek ve otelimize yerleşmek için hazırdık.

Saat onikiyi geçtiği için, malesef son treni kaçırmıştık. Şehre gitmek için 40 EUR ödeyerek taksiye binmek ya da kişi başı 20 EUR’a shuttle binmek ya da kişi başı 8 EUR ödeyerek bizdeki Havaş otobüslerine benzer otobüslere binme alternatiflerimiz vardı. Biz de en ucuz alternatifi seçtik ve saat 00:30‘daki otobüse bindik. Önceden bilet almaya gerek yok, otobüs şöförüne ödeme yapılabiliyor. Bu otobüs seferleriyle ilgili detayları web sitesinde bulabilirsiniz. Otobüs şehir merkezinde Piazza Cavour ya da Termini Stazione’de duruyor ve Fiumicino havaalanından şehir merkezi otobüsle yaklaşık 35-40 dk sürüyor. Otobüsten indikten sonra saatin ilerlemiş olmasına aldırmadan otelimize yürüyerek gitmeye karar verdik. Ortalıkta pek fazla taksi yoktu. Korsan taksi şöförü görünümlü birisi sırayla turistlerin yanına yaklaştı ama kimseye güven vermedi sanırım ki herkes kendi başının çaresine baktı.

Roma’da üç gecemizi Elite Hotel’de geçirdik. Diğer seyahatlerimizde olduğu gibi booking.com üzerinden seyahat tarihimize epeyce vakit varken yaptık rezervasyonumuzu. Gecelik oda fiyatı 75 EUR. Otel konum olarak İspanyol merdivenlerine çok yakın ancak odaları biraz küçüktü ve çok bakımlı değildi, kahvaltı da biraz tatlı ağırlıklıydı. Otelden çok memnun kalmadık aslında ama avantajlı konumu ve uygun fiyatı ile çok da kötü bir seçim yapmadığımızı düşünüyoruz. 

Mısır

Mısır – Kahire

2010 yılının 23 Nisan tatilini değerlendirmek üzere, eşim ile birlikte Mısır’ı daha da önemlisi piramitleri görmeye karar verdik. Yazının Devamı…

Enler

Bir alışkanlık olarak seyahatin sonunda, uçakta dönüş yolculuğunda seyahatin EN’lerini seçiyoruz eşimle, işte bu seyahatimizin EN’lerini aşağıdaki listede bulabilirsiniz. Bazıları bizim “o an”larımıza özel olduğu için size saçma ve anlamsız gelebilir ama olsun..

  • EN güzel akşam yemeği: Siena & Pisa
  • EN güzel otel: Pisa, Hotel Bologna
  • EN güzel meydan: Siena, Piazza del Compo
  • EN güzel şehir: Cinque Terre, Viareggio, Siena
  • EN beğenmediğimiz şehir: Genova
  • EN güzel deniz: Vernezza
  • EN komik garson: Manarola
  • EN güzel dükkan: Pisa (satranç takımları)
  • EN uykulu an: Siena-Pienza yolu, Manarola patika
  • EN yorgun an: Floransa Campanile’den indiğimiz an
  • EN komik kule: Lucca, Torre Guingi
  • EN plansız yer: Viareggio
  • EN az yürünen gün: Pisa-Viareggio-Manarola günü
  • EN güzel gün: 13 ağustos 2009

Maliyet

Birçok kişi merak ediyor bu seyahat bize kaça patladı diye, ben de şimdi bu meraklılar için seyahatin toplam maliyetine ilişkin bilgileri aktaracağım sizlere:

  • Uçak – 170 €
  • Otel – 530 € (8 gece, ortalama 66 €)
  • Araba – 290 €
  • Benzin  – 100 €
  • Otoyol + Otopark – 80 €
  • Diğer (souvenir, yemek vb) – 1.100 €

Herşey dahil TOPLAM : 2.270 € , yani kişibaşı 1.135 €

Genova, Milano, İstanbul

Portofino’dan sonra seyahatimizin son gecesini geçireceğimiz Genova’ya doğru devam ettik yola. Genova, Portofino’dan sadece 42 km uzaklıkta.  Akşam saatlerinde Genova’ya vardık. İlk işimiz otelimizi bulmak oldu, geceyi Hotel Vittoria‘da geçireceğiz ( 80 €/oda).

Genova tam anlamıyla bir liman kenti ve her büyük şehirdeki gibi bir kaosa sahip. Gerçeği söylemek gerekirse, Cinque Terre ve Portofino’dan sonra Genova bize pek de eğlenceli ve keyifli gelmedi. Otelimizi bulmak için biraz trafikle boğuştuktan sonra, arabayı çok da güvenli olduğunu düşünmediğimiz bir yere park edip, valizlerimizi otele çıkardık. Otelin yerini ve kendisini fazla sevmediğimizi de söylemeliyim, Rus turist nüfusunun biraz fazla olduğu otelimizin konumu da bize Aksaray’yı hatırlattı. Bu durumu çok fazla sorun yapmadan, yemek için dışarıya çıktık. Niyetimiz aynı zamanda arabayı da gece biraz daha güvenli bir otoparka bırakmak.

Santa Margherita, Portofino

Cinque Terre’den çıktıktan sonra La Spezia‘ya döndük ve La Spezia’dan otoyolu kullanarak seyahatimize devam ettik.  Portofino La Spezia arası 87 km. Portofino‘ya ulaşmak için, otoyoldan Rapollo çıkışından sonra sahil yolunu takip etmek gerekiyor. Yolda oldukça şirin bir sahil kasabasından daha geçtik, Santa Margherita.. Daracık ve virajlı sahil yolu, yol boyunca güzel manzaralar sundu bize. Yolda plajlar var, ancak park yeri bulmak imkansıza yakın, arabalar yol boyunca tek sıra şeklinde park etmiş, birçok kişi de Vespa motorlarla geziyor, hatta zaman zaman ona bile yer bulmak oldukça güç. Keyifli sahil yolundan sonra işte şarkılara konu olmuş, lüks sahil kasabasındayız.. ve başlıyoruz biz de şarkı söylemeye..

Cinque Terre (Manarola, Riomeggiore, Monterosso, Vernezza, Corniglia)

Ertesi sabah ilk iş, Manarola’dan Riomaggiore’ye “Via del Amore”dan (Aşk Yolu) yürüdük. Yaklaşık 20 dk süren bu yürüyüş oldukça keyifliydi. Falezlerin üzerine kurulmuş olan yürüyüş yolunda yol boyunca duvarlara yazılmış isimleri görmek mümkün. Bu yol iki kasaba arasındaki aşıkların buluşmalarına ev sahipliği yapmış ve çok eski yıllardan günümüze yol üstünde duvarlara aşklar kazınmış. 1950’li yılların başında bir gazeteci duvarlardaki yazıları farketmiş ve bu yola “Via del Amore” ismini vermiş.

La Spezia, Cinque Terre (Manarola)

Viareggio’dan ayrıldıktan sonra La Spezia‘dan geçerek Cinque Terre’ye doğru devam ettik. La Spezia İtalya’nın önemli liman kentlerinden biri. Geçerken La Spezia’da küçük bir mola verdik, aslında bu bizim için oldukça önemli bir mola oldu, çünkü eşime PS3 aldık. Fiyatı Türkiye’ye göre daha uygundu, bir de duty free fırsatını ekleyince oldukça uygun oldu. La Spezia ile ilgili bir sayfa ayırmaya yetecek kadar anımız yok malesef, o nedenle bu liman kentini PS3 ile anıyoruz :)

Viareggio

Rehber kitabımızdaki bir resim sayesinde keşfettik Viareggio’yu.. Pisa’dan Cinque Terre’ye giderken yol üstündeki bu keyifli kasabaya uğradık, ve belki de tatilimiz en beklenmedik ve keyifli gününü geçirdik..

Uzun bir sahil şeridine sahip bu şirin kasabada, sahil şeridi boyunca, aynı tarz ve stile sahip tabelalarıyla sıralanmış cafeler, restoranlar ve plajlar var. O an anladık ki bizi buraya sürükleyen resim aslında bu plajlardan birinin tabelası. Sahilde bir tur attıktan sonra tourist info’da durduk. Ben arabadan koşarak indim ve kitaptaki resmi görevliye göstererek, “bu resmin olduğu yer nerede? biz oraya gitmek istiyoruz” diye sordum. Görevli bana sahil şeridini gösteren bir harita uzattı, harita üzerinde sahil şeridi boyunca sıra sıra plajların isimleri yazıyordu, biraz incelemeden sonra “Guido”nun yerini bulduk :) Arabayı park ettikten sonra heyecanla Guido’ya gittik, resimdekiyle neredeyse aynı olan mekanı bulduğumuza çok sevinmiştik. İki resim arasındaki yedi farkı bulmanız için, rehber kitaptaki resim ile bizim çektiğimizi yanyana koydum :)

Pisa

Lucca’dan yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Pisa’dayız..

Pisa’da konaklayacağımız otel, “Hotel Bologna“. Bu seyahatimizin en lüks oteli çünkü 4 yıldızlı.. Hiç şüphesiz aynı zamanda en iyi kahvaltıya sahip otelimiz. Gecelik oda fiyatı 69 €, 10 € da otelin otoparkına veriyoruz.

Akşam üzeri vardığımız Pisa’da hedefimiz, akşam güneşini kaçırmadan ünlü eğik kulenin de bulunduğu “Campo dei Miracoli”ye varmak. Hızlı bir yürüyüşle hedefimize ulaştık.. Campo dei Miracoli’de “Torre Pendente” (Eğik Kule) dışında, Duomo ve Vaftizhane de yer alıyor.

Lucca

Seyahatimizin beşinci gününe geldik, zaman ne kadar da hızlı geçiyor..

Siena’nın yaklaşık 135 km kuzeyinde konumlanmış olan Lucca, 16. yy’dan kalma kalın surların içinde yer alan oldukça iyi korunmuş bir Toscana şehri.. Siena’dan yaklaşık 2 saatlik bir yolculukla Lucca’ya ulaştık. Arabamızı geniş bir yeşil alan ile çevrelenmiş duvarların dışına park ettikten sonra artık duvarın içindeki Lucca’yı görmeye hazırız :)

Yandex.Metrica