All posts in Seyahatlerim

istanbul’dan kamboçya’ya yolculuk… (kamboçya 1)

Cuma akşamı 18:35’te Qatar Airways ile Doha aktarmalı Bangkok’a uçuş, sonrasında ise Bangkok Airways ile Siem Reap’e uçuş bizi bekliyordu.

Yazının Devamı…

asya yolcusu kalmasın..

2015’e seyahatte girme kararı beraberinde İstanbul’un karanlık, yağmurlu ve puslu havasını geride bırakıp sıcak bir yerlere gitme isteğiyle birleşince rotamız Asya oldu :) Yazının Devamı…

yaza veda..

Pazar kahvaltımızı yine otelin restoranında, mavi beyaz kareli masa örtülerinin üstünde yaptık. Odayı saat 12:00’de boşaltmamız gerekiyordu.  Bizde bu vakte kadar otelin plajında takıldık. Hatta odayı boşalttıktan sonra bile bir süre daha sahilde kahvelerimizi yudumladık. Yazının Devamı…

marble beach dedikleri…

Cumartesi sabahı 10’a doğru kalktık. Otelimizin deniz kenarı olmasının tadını çıkararak kahvaltımızı yaptık. Otel fiyatına kahvaltı dahil değildi ve odanın içinde bir dolaba gizli mini mutfak vardı. kahvaltılık malzemesi yanında olanlar odanın terasında keyifli bir kahvaltı yapabilir. Biz hazırlıklı olmadığımızdan otelin restoranında yedik.

 

Yazının Devamı…

işte geldik Thassos :)

Feribotun yanaştığı kasabanın asıl adı “Limenas”, ama “Thassos” olarak da biliniyor. Küçük şirin, restoranları, hediyelik eşya mağazaları ile bir o kadar da hareketli ve turistik bir yerleşim Limenas. Adada feribotun yanaştığı iki noktadan biri olduğu için de konaklamak için pratik bir yer.  Yazının Devamı…

Yunanistan – Thassos

Perşembe akşamı karar verip Cuma günü 14:30’da Maslak’tan çıkmamız ile başladı “yaza veda” yolculuğu. Evet takvimlerimiz 12 Eylül’ü gösterdiğine göre, bu seyahatimizin ismi “yaza veda”

Yazının Devamı…

New York’tan ayrılma vakti.. (NY 6)

Malesef Amerika seyahatimizin, New York günlerinin sonuncusuna gelmiştik. New York’tan bizi bir sonraki durağımız San Francisco’ya götürecek uçağımız 14:30’da Newark Havalimanı’ndan kalkacaktı.

map

Newark Havalimanı, New York’un batısında, New Jersey eyaletinde yer alıyor. Ancak New York’a yakınlığı sebebiyle tercih edilen bir havalimanı. Bu havalimanına ulaşım en kolay olarak raylı sistemle tabii ki. Manhattan’da, New York Penn Station’dan “NJ Transit” trenine binmek gerekiyor ilk önce, daha sonra ise, “Air Train Newark” ile uçağınızın kalkacağı terminale gidebilirsiniz.

Sabah valizlerle evden çıkmaya karar verdik ve havalimanına gitmek için de Penn Station’ı kullanacağımız için, buraya yakın bir valiz depolama dükkanı bulduk.  Luggage Storage Manhattan isimli dükkanın, Penn Station’a yakın olan şubesine valiz başına 10 $ ödeyerek valizlerimizi bıraktık.

Sonrasında ise, Central Park’ta bisiklet turu yapmaktı planımız. Önceki günlerde Grayline Sightseeing’ten aldığımız bilet içinde 1 saatlik bisiklet turu da geçerli olduğundan, direkt anlaşmalı bisikletçiye gittik.

Central Park’ın güney ucunda, 56. sokakta 5. ve 6. Caddeler arasında yanyana bir çok bisiklet kiralama dükkanı var. Yol üstünde de bu dükkanlara müşteri çekmeye çalışan çalışanlar :)

IMG_525
Bisikletçiye yürürken, yolda komik bir sokak gördük: “6 ½ Avenue” aklıma Karşıyakalıların 35 ½ ları geldi :)

Bisikletleri Central Park Sightseeing’ten kiraladık ve park turuna başladık. biletimiz olmasaydı, saatlik  kişi başı 15 $ ödememiz gerekecekti. Pedal çevirmeye üşenenler için de herşey düşünülmüş :)

IMG_537

Şimdi önemli bir noktadan bahsedeceğim: Bu tura başlarken, aslında park içindeki yolların tek yön olduğunu bilmiyorduk. Böylece turumuz tahmin ettiğimizden uzadı ve yorucu oldu. Parkın doğu – batı arasındaki geçişlerde ara yollarda bisiklete binmeden geçiş var neyse ki de tüm parkı turlamak zorunda kalmadık. Kısaca hatırlayalım parkın içindeki parkur yaklaşık 10 km..

Bisiklet turumuzda, fotoğraf molalarının ardından parkın meşhurlarından “Strawerry Fields” köşesine geldik. Bu köşe Beatles grubunun üyelerinden John Lennon anısına düzenlenmiş. Parkın batısında, John Lennon’un yaşadığı ve önünde vurulduğu Dakota Apartmanı’nın tam karşısında yer alıyor.

DSC_217

Siyah beyaz mozaiklerden düzenlenmiş daireni ortasında oldukça meşhur şarkı olan “Imagine” yazıyor.

Bu meydanın etrafında banklarda oturan insanlar, gitarıyla Beatles şarkıları çalan sokak müzisyenleri yer alıyor, Imagine yazısının etrafında ise, çiçekler…

Strawberry Fields’i de gördüğümüze göre, artık hızlıca havalimanına gitme vakti gelmişti. Bisikletleri bıraktık, valizleri aldık ve New York Penn Station’dan NJ Transit’e binip, Newark Havalimanının yolunu tuttuk. NJ Transit’in saatleri varmış, biz metro gibi her dakika vardır diye düşünmüştük, şansımıza tren istasyonuna varınca hemen yakaladık. Havalimanına gitmek için “Jamaica Station” da inip Air Train’e binmek gerekiyor, Air Train  5,5 $. Ufak bir hatırlatma, havalimanında 8 tane terminal var, uçağınız hangi terminalden kalkacak öncesinde bilseniz iyi olur, zaman kaybetmeden direkt uçağın kalkacağı terminalde inersiniz Air Train’den.

Gelelim havalimanındaki maceramıza :) Açıkcası içhat uçacağımız için 1 saat önce havalimanında olmak yeter diye düşünmüştük. Yaklaşık 1 saat önce de terminaldeydik. Online checkin de yapmıştık. Valizleri vermek için de self checkin bankoları vardı. Bankoya gittik, önümüzde bir iki kişi vardı, sıra bize gelince, sistem hata verdi, görevliyle görüşün uyarısı çıktı. Biz de bu sefer görevli olan bankoya gittik. Pasaportları verdik ve görevli kadın bize, bagaj verme işleminin uçuşa 45 dakika kala kapandığını söyledi. Saate baktık, uçuşa 43 dk vardı. “İki dakika geçmiş ne var ki” dedik “verelim bagajlarımızı”. Görevli “hayır alamam, bir sonraki uçağa binebilirsiniz” dedi.. O anki şokumuzu anlatamam, biraz dil döktük “aman yapmayın etmeyin, yapabileceğiniz birşeyler yok mu vs. vs.” neden sonra görevli aldı bagajlarımızı, verdi uçuş kartlarımızı. Derin bir oh çektik, güvenlikten geçerek uçağa bindik..

Sırada Amerika’da keşfedeceğimiz bir sonraki şehir San Francisco var :)

 

 

Müzikalle noktalanan bir gün.. (NY 5)

Pazartesi günü ilk durağımız, meşhur tren istasyonu Grand Central Terminaldi. Evden metroya yürüyüp, terminale ulaştık.

Image00085

Burayı sadece tren istasyonu olarak tanımlamak haksızlık olur. Çünkü içinde yer alan mağazalar ve yeme-içme alternatifleri ve düzenlenen etkinlikler ile bir tren istasyonundan çok daha  fazlası Grand Central Terminal.

Ana meydanı mimari olarak oldukça etkileyici. Bu meydana bakan Apple Mağazası bir üst katta yer alıyor ve meydanın fotoğrafını çekmek için ideal bir nokta bence. Gitmişken bir kaç ürüne göz atmadan çıkmak olmaz tabii ki :)

Image00096Image00097Bu tarihi tren istasyonunda bir de Market kısmı var ki burası da çok güzel dizayn edilmiş. Yanyana küçük dükkanlar, pastaneden, balıkçıya, peynirciden kasaba herşey var :)

B2011ds50.406.left_u bölgede mutlaka bahsetmem gereken bir bina daha var, o da “Chrysler Binası”. Adını daha önce duyduğumuz, televizyonda da gördüğümüz bir bina. Art deco tarzındaki mimarisi ile zaten akılda kalıcı bir görselliğe sahip. Belki de New York’taki en güzel binalardan biri.

1930 yılında faaliyete geçen bina, Empire State  Binası’nın açılışına kadar geçen 11 ay boyunca dünyanın en yüksek binası ünvanına sahip olmuş. Bence binayla ilgili bir diğer ilginç detay, dış cephede kullanılan bazı süslemelerin  o dönemdeki Chrysler marka otomobillerinden kullanılan bazı dekoratif öğeler ile aynı olması.

Gezimizin bir sonraki durağı 1911 yılından beri hizmet veren  New York Public Library. New York Halk Kütüphanesi, Manhattan’ın sembollerinden bir diğeri.

Image00098

Görkemli bir girişe sahip olan binanın içi de oldukça güzel.

Image00099

Kütüphane içinde yer alan Rose Main Reading Room / Rose Ana Okuma Odası filmlerden görmeye alışkın olduğumuz yerlerden biri. Futbol sahasının uzunluğuna sahip okuma odası, 636 kişi kapasitesli oturma ve çalışma alanına sahipmiş. Bizim gezdiğimiz sırada malesef bazı güvenlik tedbirleri sebebiyle bu oda kapalıydı ve göremedik :( Ama nasıl bir yerdi diye sorarsanız, işte böyleymiş…

NYC_Public_Library_Research_Room_Jan_2006

Kütüphanenin hediyelik eşya dükkanı da New York ile ilgili güzel ve uygun fiyatlı hediyelik eşya alternatifleri sunuyor. Mutkala uğrayın bence :)

Kütüphane gezimizden sonra, biraz dinlenmek için, kütüphanenin hemen arkasında yer alan ve kütüphane arşivlerinin üzerine kurulmuş olan Bryant Parka geçtik.

Bu park, New York’ta en sevdiğim parklardan biri oldu. Neden sevdiğime gelince.. Park içinde sayısız masa sandalye var, insanlar ellerinde sandviçeleri ve kahveleriyle diledikleri gibi oturabiliyorlar.

Parkın bir kısmı “okuma köşesi” olarak düzenlenmiş. Kitaplar, dergiler, gazeteler var. Hatta çoçuklar için ayrı bir kısım dahi var. Park içinde bir bölümde masa tenisi, satranç köşeleri ve hatta carusel bile var. Parkın ortasındaki büyük yeşil alan yazları konserlere ev sahipliği yaparken, kışları da bir buz pateni pistine dönüşüyormuş..

Bu kadar güzel bir park nasıl oluyormuş diye merak ettim ve biraz araştırdım. Çok da uzatmadan birkaç cümleyle özetlemek isterim. Yaklaşık 39 dönümlük alanı kaplayan park, kar amacı gütmeyen, Bryant Park Corporation isimli, özel bir işletme tarafından yönetiliyormuş. Park içerisinde yer alan işletmeler ve parkta düzenlenen etkinlikler de gelir kaynağı olarak kullanılıyormuş. Vallaha bravo :)

Image00105Image00137Manhattan’ın gökdelenleri arasındaki sokaklarda, Bryant Park’tan sonraki durağımız “Rockefeller Centera doğru zaman zaman yüzümüzü göğe çevirerek yürüdük.

Gökyüzünün mavisine karışan binalar, özellikle dörtyol kavşaklarında güzel kareler sundu bana :)

 

 

89 dönüm üzerinde, 19 binadan oluşan Rockefeller Center kompleksi, 1987 yılından beri Ulusal Tarihi Simge’ler listesindeymiş. Amerika’nın ilk karma kullanımlı kompleksi ünvanına da sahip. Alışveriş, eğlence ve ofis binalarından oluşan merkezde meydanlar da oldukça güzel.

Binanın tepesinde yer alan “Top of the Rock” Seyir Terası Manhattan’a yukardan bakmak isteyenlerin Empire States binası dışındaki alternatifi.

Image00086

Atlas heykeli, Prometheus heykeli gibi heykellerin de yer aldığı bayraklarla süslü ana meydanda bir de çiçeklerden heykel vardı.

Rockefeller Center sonrası Times Meydanı’nı bir de gündüz gözüyle görelim dedik ve meydana yürüdük. Elbette gece daha güzel ama gündüz de hiç fena değil :)

Sırada “Greenwich Village” bölgesi ve sonrasında “Meatpacking District” bölgesi var.

Yerel halk tarafından “village”  yani köy olarak da adlandırılan Greenwich Village, sanatçıların cenneti ve bohem hayatın başkenti olarak da biliniyor. Ayrıca New York Üniversitesi’nin kampüsü de burada yer alıyor.

Her ne kadar yükselen fiyatlar sonucunda, sanatçıların bölgeden taşınmasıyla, bohem günlerin geride kaldığı herkes tarafından bilinsede, günümüzde Greenwich Village önemini korumaya devam ediyor.

Haritayı elimizden bırakıp sokaklarda yürürken kendimizi Soho’da bulduk. Böyle olunca da bir amaca yöneldik, zaten yediğimiz hotdogları çoktan sindirmiş olmalıyız ki, hafiften bir açlık hissi de gelmişti. Hedefimiz: Eileen’s Special Cheesecake

Image00110

Image00109Gitmeden önce aldığımız tavsiyelerden biriydi bu meşhur cheesecake dükkanı, 1975 yılından beri sadece ve aklınıza gelebilecekher çeşit cheesecake yapıyorlarmış.

Image00107 Image00108Minicik bir dükkan ve sanırım çok uzun yıllardır hiç tadilat görmemiş. Vitrinden seçtik yabanmersinli cheesecake’imizi, yanında kahvelerimizi de yudumlayarak dinlendik biraz. Gerçekten de lezzetliydi :) Tek kişilik cheesecake’ler 3,5 $.

Cheesecake molasından biraz daha ara sokaklarda dolandık ve  yeni hedefimiz  “Meatpacking District”e gitmek için taksiye atladık. İlerleyen satırlarda detaylarını anlatacağım “High Line” nın başladığı noktada indik.

Her ne kadar cheesecake ile açlığımızı bastırmış olsak da şöyle adam akıllı oturup bir yemek yememiştik. Bu noktada oldukçe keyifli ve davetkar görünen The Standart Grill in bahçesine oturduk.

Image00112 Image00111

Menümüzde “standart ranch burger” (16 $) ve “new york strip” (32 $) vardı, soğuk bira (7 $) Yeşillikler içindeki bahçede keyifli bir yemek oldu.

Image00113High Line’a çıkmadan önce bir de Chelsea Marketi görelim dedik. Bence siz de mutlaka görmelisiniz burayı. Chelsea Market, şu an mağazaları, yeme içme alanları, ofis alanları ve televizyon stüdyoları ile aslında bir dönüşüm projesi. Meşhur Oreo bisküvilerinin üretildiği, National Biscuit Company’e ait bir bisküvi fabrikasından bugünkü haline dönüştürülmüş bir bina.

Image00118 Image00117

 

 

Chelsea Market içinde gezerken zaten eski bir fabrika içerisinde olduğunuzu hissedeceksiniz., dekorasyonda fabrika ile ilgili detayları göreceksiniz.

Çok güzel restoranlar var, bize keşke aç olsaydık dedirten. Hele bir kurabiye dükkanı vardı ki, bir kaç resim paylaşmadan geçemeyeceğim :)

Madem karnımız tok yemek yiyemedik, “l’arte del gelato” dan da bir İtalyan dondurması almadan da geçmek olmaz değil mi? coppetta piccola/minik külah 4,90 $.

Image00089Chelsea Market’i de gezdiğimize göre sıra, “The High Lineda. High Line, yerden yüksekte yer alan ve artık kullanılmayan bir demiryolu hattının bir parke dönüştürülmesiyle oluşturulmuş çok keyifli bir yer.

Geçmişi 1930’lu yıllara kadar giden demiryolu hattı, bölgedeki depolara direkt bağlantıyla hizmet veriyormuş. Ancak değişen koşullar ve demiryolu taşımacılığının yerini kara taşımacılığına bırakmasıyla 1970’li yıllarda bu demiryolu da işlevini kaybetmeye başlamış.

Image00088

1999 yılında kurulan “Friends of Highline” yani High Line’nın arkadaşları’’ isimli sivil toplum kuruluşu, topladığı bağışlar ve belediyeden aldığı destekle, High Line’ın çok keyifli 2,3 km uzunluğunda lineer bir park haline getirmiş. İlk etabı 2009 yılında açılan projenin üçüncü ve son etabı da 2014’te ziyaretçilere açılmış.

Parkta gezerken demiryollarını görmek mümkün, güzel bir peyzaj, orijinal şehir mobilyaları ile harika bir park çıkmış ortaya.

Dilerseniz biraz uzanıp güneşin keyfini çıkarabilirsiniz.

Eğer yorulursanız ve ayaklarınızı suyla dinlendirmek isterseniz, parkın bir kısmında suların içinde yayan yürüyebilirsiniz.

Image00087Yorulursanız, bir kahve veya bir sandviçe ihtiyacınız olursa, park üzerinde yer alan büfelerden birşeyler alabilirsiniz.

Image00136High Line’da yürürken New York’un sembollerinden Empire States binasına başka bir perspektiften bakma şansınız da olacak :)

Image00095Yol seyiyesinden yukarıda olduğunuz için ara ara caddeye inen merdivenler ve asansörler de düşünülmüş. Biz de 23. sokağın olduğu noktadan High Line’dan indik ve 23. sokaktan dümdüz devam ederek, bir diğer simge yapı “Flatiron Binası”na doğru yol aldık yürüyerek.

Image00092
20 katlı Flatiron Binası, 1902 yılında tamamlanmış ve 1909 yılına kadar dünyanın en yüksek binası ünvanını taşımış.. Dönemin ilk gökdelenlerinden olan üçgen bir şekle sahip bina, 1966 yılında New York’un simgesi seçilmiş, 1979 yılında ise Ulusal Tarihi Yapılar listesindeki yerini almış. Bina ayrıca ilk kez çelik konstruksiyon ile inşa edilen bina ünvanına da sahip.

Oldukça estetik bir görüntüye sahip ama üçgenin dar açılı köşesi kullanım açısından verimsizdir diye tahmin ediyorum.

Image00093Eğer yorulduysanız, binanın tam karşısında, yer alan Madison Square Park’ta dinlenebilirsiniz.

Biz de ufak bir yorgunluk molasının ardından, Brodway Caddesi’nden yürüyüşümüze devam ettik ve Greenley Square Park’ın içinden geçtik.

 

Image00121

Image00120Bu parkın içinde kurulmuş yeme içme standlarından biri de Türk mutfağından ürünler satıyordu :)

Yürüyüşümüzü Times meydanında noktaladık çünkü akşam bir Brodway şovu izleyecektik. New York’a gelip, o kadar Brodway şovundan birini izlemeden dönmek ayıp olurdu zaten. Bizim seçtiğimiz şov ise Rock of Agesdı.roa

Şimdi New York’ta Brodway şovu izlemek için yapılması gereken adımları sıralayalım :) Aynı anda sahnelenen onlarca şov var. Her şovun sahnelendiği kendi tiyatrosu var. Hepsi de birbirine çok yakın Times meydanına da çok yakın “Theatre District / Tiyatro Semti”nde.

Hangi şova gideceğinize karar verirken benim faydalandığım bir websitesine bakabilirsiniz. Bu web sitesinde en popüler şov The Lion King, bizim seçtiğimiz Rock of Ages ise 17. sıradaydı.

Malesef Brodway şovları pahalı. Nasıl ucuza getirebiliriz diye çok araştırdım, ve gonyc sitesinde bu konuda yazılmış bir yazı buldum, okumanızı tavsiye ederim.

Biletimizi online olarak “Gonyc” sitesinin yönlendirdiği Brodway Offers sitesinden aldık. Balkonda yer alan, 2. sıradaki iki koltuk için 178 usd ödedik, yani kişi başı 89 $. Aynı bilet müzikalin yönlendirdiği web sitesi olan Telechargeda daha pahalıydı, iki kişi için 215 $. Yani neredeyse %21 indirimli almıştık.

Bu site güvenli mi diye merak edenler için yazayım, hiç sorun da yaşamadık, tiyatroya gitmeden önce mutlaka biletlerin çıktısını alın, çünkü gişede basılamıyor ve telefondan bilet onayını göstermeniz yeterli olmuyor.

Ucuza bilet almanın bir diğer yolu, Times meydanındaki  TKTS Booth”. Aynı gün sergilenen şovların %50’ye varan indirimli biletleri satılıyor. Ancak tabii ki gün içinde gişeye uğramak, hangi şova bilet var diye araştırmak gerek. Kısıtlı zamana sahip olduğumuzdan işi şansa bırakmadık ve gitmeden aldık biletlerimizi.

Rock of Ages, “Helen Hayes Tiyatrosu”nda sahneleniyordu. Yaklaşık 600 kişi kapasiteli tiyatronun geçmişi 1912 yılına kadar gidiyormuş. Gösteri sırasında yeme-içmenin serbest olması da benim için enterasan bir detaydı.

IMG_9486

Balkondaki yerimiz oldukça güzeldi, tüm sahneye hakimdik, bu arada tüm salon doluydu. Gösterinin konusu, 1980’li yıllarda meşhur olmaya çalışan iki gencin aşk hikayesi. Araya serpiştirilmiş efsanevi rock şarkılarıyla oldukça hareketli ve eğlenceli bir müzikaldi.

Çıkışta biraz acıkmış olduğumuzu hissettik hem bir şeyler atıştırmak, hem de rocknroll ruhuna devam etmek için Times Meydanı’ndaki Hard Rock Cafe”de oturmaya karar verdik. Bir tane atıştırmalık “nachopalooza” (11,95 $) bir de ana yemek olarak “Cowboy Ribeye Steak” (34,95 $) söyledik, yanına da fıçı bira – bardak dahil (12,99 $). Porsiyonlar o kadar büyüktü ki bitiremedik. Böylece geceyi Hard Rock Cafe’de noktaladık, hatıra bardaklarımızı çıkışta aldıp evin yolunu tuttuk :)

Manhattan ve Brooklyn keşfine devam..(NY 4)

178px-Central_Park_New_York_City.svgSabah evden çıkıp, Central Park’ın kuzey sınırı olan 110. sokaktan yürüdük ve işte Central Park’taydık. Central Park’ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilmek için burada birkaç sayısal bilgiyi paylaşmalıyım.

Manhattan’ın %6’sını oluşturuyor, 341 hektarlık bir alanı kaplıyor, 4 km uzunluğunda ve 800 m genişliğinde bir alanı kapsıyor yani yaklaşık 45 futbol sahası büyüklüğünde !!

Parkın içerisinde, 9,7 km bir yürüyüş ve bisiklet parkuru var.

1873 yılında açılan park, Amerika’nın en çok ziyaret edilen parkıymış, yıllık 35 milyon ziyaretçiden bahsediyoruz bu arada :)

Parkta düzenlenen turlar için gitmeden Central Park resmi sayfasının etkinlikler  gözatmakta fayda var.

Image00046

Pazar kahvaltısını Central Park’ta yapalım dedik ama parkın içindeki büfeler açık değildi malesef, biraz yürüdük sonra bir gün önce aldığımız Grayline otobüsüne binelim dedik, otobüs de gelmeyince bir türlü tekrar parkın içine girdik ve North Meadow Recreation Center’da bir büfe bulduk, kahve ve kruvasan eşliğindeki kahvaltımızı baseball maçı izleyerek yaptık.

Image00053

Central Park’ta sıradan bir Pazar günüydü, bisiklet turu yapanlar, yürüyenler, koşanlar ve tabii ki sincaplar :)

Sonrasında parkın batı tarafına geçtik ve buradan Grayline otobüsüne binip, önce “Uptown” turu (mor hat) otobüsüne bindik, sonra da “Bronx” turu (mavi hat) otobüsüne geçtik.

greyline bronx

Uptown turundan Bronx turuna geçilen noktada “Cathedral of St. John the Divine” katedrali yer alıyor.

Image00049Image00052

Acaba içine girsek mi diye düşündüğümüz, otobüsün kalkmasına vakit olunca içine girmeye karar verdiğimiz, girince de tavandan asılı heykellerini çok orijinal bulup iyi ki görmüşüz bir katedral oldu.

Katedralin bahçesinde yer alan havuzun ortasındaki heykel de oldukça ilginçti..

the-ninetiesHarlem’de yer alan Apollo Theatre’ı da gördük otobüs turunda. Geçmişi 1914’e kadar giden Apollo Theatre şehrin müzik hayatının önemli bir sembolü haline gelmiş.

1991’de de resmi olarak New York’un resmi olarak simgeleri arasındaki yerini almış.

Bir çok ünlü müzisyen Apollo Theratre’da düzenlenen amatörler gecesinde sahne alıp ünlenmiş. Bu ünlüler arasında olan isimlerden bazılar da şöyle: Jimi Hendrix, Billie Holiday, Mariah Carey, Stevie Wonder, The Jackson 5, James Brown, King Curtis ve Diana Ross.

Bronx turunun bir diğer önemli durağı “Yankee Stadyumu”ydu. Amerika deyince akla gelen spor beyzbol tabi ki de.

Image00048

En önemli takımlardan biri olan New York Yankees’in stadyumunu tam da maça bir saat kala görmek de bizim şansımız oldu :) Kalabalık fanatik taraftar grupları içinde Beşiktaş forması ile gezen eşim, kartal sembolü yapmayı da ihmal etmedi :)

Image00047

Gün içindeki bir sonraki etkinliğimiz ise, New York Street Art turuydu. Seyahat öncesi araştırmalarımızda ücretsiz daha doğrusu sabit bir ücreti olmayan “gönlünden ne koparsa” modeli bir street art turu bulmuştuk freetoursbyfoot sitesinden:  Bushwick Graffiti and Street Art Tour.

Bu tur dışında bulduğum turlar genellikle kişibaşı 25 $ ücretliydi. Eğer meraklıysanız sizde diğer turların linklerini de paylaşayım, bir bakarsınız belki. Street Art Walk, Graff Tours, Saddle Shoe Tours. Bir de Street Art NYC isimli aplikasyon bulmuştum ama kullanmadım.

Saat 14:00’de Brooklyn’de başlayacak olan tura yetişmek bizim için oldukça zor oldu. Şehrin bir ucundan diğer ucuna bir iki metro aktarmasıyla yaklaşık 20 dk gecikme ile vardık. Neyseki grup, buluşma noktasından pek fazla uzaklaşmamıştı. Hemen gruba dahil olduk ve yaklaşık 2 saat süren bir tur yaptık.

Image00054

street art turu buluşma noktası

Tur ilk önce graffitti ağırlıklı başladı, rehberimiz de sağolsun biraz fazla konuşkandı. Graffiti kısmından çok street art’lar ilgimizi çekiyordu. Özellikle ince espiriler barındıran sokak sanatları ise favorimizdi :)

Image00056

film afişleri bile street art !

Dolaştığımız sokaklar, Brooklyn’in kuzeyinde, Williansburg ile sınır oluşturan Bushwick bölgesindeydi. Bu bölge işçi sınıfının ağırlıklı olarak yaşadığı bir bölgeymiş. Ancak özellikle son yıllarda, sanatçıları çekmeye başlamış, bölgede sanat stüdyoları açılmış. Eski fabrikaların ve imalathanelerin bulunduğu binaların cepheleri de sokak sanatçılarını bu bölgeye çekmiş.

Image00066

never let go !

Bu noktada bölgedeki sokak sanatına en büyük katkıyı sağlayan Bushwick Collectiveden bahsetmek gerek. Doğma büyüme Bushwick’li olan Joseph Ficalora, şiddet ve suçun olduğu Bushwick sokaklarını, açık hava galerisine dönüşmesindeki en önemli kişi. Kendisi de sokak sanatçısı olan Joseph, dünyanın bir çok farklı yerinden sokak sanatçısını davet edip, bölgedeki duvarları sokak sanatıyla donatmasına aracılık etmiş. Bununla da kalmayıp, yapılan çalışmaların yasal izinlerini almak için de uğraşmış. Böylece belediye görevlileri gelip duvarları gri boyalarla boyayıp sokak sanatını yok edememişler.

Şimdi sizleri sevdiğim sokak sanatı fotoğraflarıyla başbaşa bırakıyorum..

Yaklaşık iki saatlik turun ardından, grup fotoğrafımızı da çekilip dağıldık. Yorgunluk ve sıcağında etkisiyle kendimizi  şirin ve küçük “AP Cafe”ye attık, soğuk kahvelerimizi içerken yorgunluğumuzu attık :)

Bu arada Brooklyn sokaklarında dolaşırken yine Amerikan filmlerinden görmeye alışkın olduğumuz bir sahneyle karşılaştık:  Patlayan bir itfaiye borusu :) Image00065

Molanın ardından metroya atlayıp “Brooklyn Bridge”in olduğu noktaya geldik. 1883 yılında açılan “Brooklyn Köprüsü” dünyanın ilk çelik asma köprüsü ünvanına sahip. Yaya, bisiklet ve araç trafiğine açık olan köprü inanılmaz bir simetriye sahip.

Image00076Köprünün Brooklyn tarafında bir de meşhur bir pizzacı var:  “Grimaldi’s Pizza  Zaten önündeki sıradan anlayacaksınız nasıl popüler bir mekan olduğunu. Yolunuz düşerse, mutlaka pizza yiyin burada.

1991 yılından beri faal olan pizzacıyı meşhur yapan özelliği ise, pizzaların kömür ateşinde taş fırında pişiyor olması.

Image00079Oturabilmek için yaklaşık yarım saat sıra bekledik, sıradaki insanlara su ikramı var :) Şansımıza iki kişilik masalar daha çabuk boşalıyor ve sıra nispeten daha hızlı geldi.

Ama sakın ola sizde bizim gibi, sıra uzun daha çok bekleriz diye biriniz sıradan çıkıp etrafı gezmeye gitmeyin, “biz aslında iki kişiyiz, eşim birazdan geliyor dersiniz”, sözünüzü dinletemezsiniz, sıranız geçer. Gerçekten iki kişi olunca ciddiye alınırsınız.

Image00078 Image00077Gelelim pizzalara..Pizzalar standart, küçük pizza 12 $, büyük pizza 14 $. Standartta  taze mozerella, domates, fesleğen var, üzerine ilave malzemeler 2 $ civarı, salam gibi etli malzemeler ise 4$.

Alkol yok, kola vb. içecekler 3 $. Amerika ile ilgili bir detay, pet şişe kolalar 591 ml yani bize göre baya büyük. Zaten bu Amerikalalıların herşeyi büyük :) Yani çok açsanız, bir büyük pizza iki kişiye yeter de artar bile :)

Pizza ziyafetinden sonra, East River kıyısına yürüdük. Brooklyn Köprüsü ve Manhattan manzaralı Brooklyn parkında manzaranın tadını çıkardık.

Image00080

 

Oldukça sevimli bir binada yer alan Brooklyn Ice Cream Factoryden dondurma almadan geçmek olmazdı tabii ki de :)

Meyvalı dondurma pek tercih etmem ama şansıma sadece çilek ve şeftalili dondurma kalmıştı, fiyatlar da şöyle: 1 top 4 $, 2 top 6 $, 3 top 7 $.

Image00081Brooklyn Köprüsü’nden yürüyerek Manhattan’a geçmeye gelmişti sıra. Köprünün çelik halatları ve kusursuz simetrisine hayran kalarak yürüdük.

Image00068

Empire State binası ve Manhattan Köprüsü

Image00067

Empire State binası ve Manhattan Köprüsü

Havanın kararmaya başlamasıyla Manhattan siluetini oluşturan binaların ışıklarıda yanınca, manzaramız daha da güzel oldu :)

Image00070

manhattan’daki en yüksek bina: one world trade center

Image00071

manhattan

Image00075Manhattan’a geçtikten sonra sıra New York’un bir başka sembolüne gelmişti:  Empire State Binası  Sabah 8’den gece 2’ye kadar açık olan binanın seyir terası, iki ayrı kademeden oluşuyor.

Ana teras 86. katta, üst teras ise 102. katta yer alıyor.  Ana terasa çıkış normal bilet ile  29 $ ekspres bilet ile 50 $, üst terasa çıkış ise normal bilet 46 $, ekspres bilet 67 $.

Seyahat öncesi bir dizi araştırma sonrası üst terasa çıkmanın o kadar da gerekli olmadığına karar vermiştik. Bunun yerine ekspres bilet almanın uzun sıraları geride bırakmak için daha mantıklı olduğuna karar vermiştik. Aslında vakit satın almak anlamına geliyor bu durum. Ekspres bilet alarak, yaklaşık 1,5 saat kazanmış olduk.

 

Asansörden indikten sonra dağıtılan sesli rehberlerden almadan geçmeyin. Seyir terasına çıkınca manzaraya takılan, New York’un sembolleri olmuş binalar  hakkında ilginç detayları dinleyerek öğrenebilirsiniz böylece :)

Image00073

Hava kararmış olduğu için New York’u gece ışıl ışıl görmek kısmet oldu bize. Gerçekten de manzara çok güzeldi.

Image00072

Zamanı ayarlamak zor ama tepesine çıkılan diğer tüm binalar gibi buraya da akşam üzeri çıkıp şehri hem gündüz hem de gece görmek her yerde tavsiye edildiği gibi, iyi fikir olabilir.

Image00074

o ışıl ışıl görünen yer ise times meydanı :)

Empire State binasında ekspres biletimiz olmasına ve hiç sıra beklememize rağmen yaklaşık 1,5 saat harcamışız.

Empire State’ten sonra geceyi “Blue Note Jazz Clubte noktalamaya karar verince bir taksiye atladık hemen. New York denince insanın aklına jazz klüpler geliyor ister istemez. Bizim de New York’ta yapmak istediklerimizden biri de bir Jazz Club’a gitmekti.

Dünyanın önde gelen caz kulüplerinden biri olan Blue Note Jazz Club, 1981 yılında kurulmuş ve bulunduğu Greenwich Village  bölgesindeki kültürel kurumlardan biri haline gelmiş.

Image00083 Image00084

Blue Note Jazz Club’e giriş ücretli, eğer barda oturmak isterseniz giriş 20 $, masa isterseniz ise 35 $. Biz barı tercih ettik  ve  canlı jazz eşliğinde biralarımızı yudumladık. Günün yorgunluğu üzerimize çökünce, taksiye atladık ve eve döndük.

New York’ta üçüncü gün için bir sonraki sayfaya lütfen :)

Manhattan’ı keşfe hazırız :) ( NY 3)

Evde hızlı bir kahvaltının ardından 9:00 gibi kendimizi Manhattan sokaklarına attık. Planımız ilk önce adanın en kuzeyini görmekti. Metroyla “Lower Manhattan”a gittik. Size bu bölgede görülmesi gereken yerleri anlatayım :)

Bence buradaki en etkileyici yapı, “İkiz Kuleler”in yerine inşa edilmiş olan “9/11 Memorial” Anıtı. Başka nereleri görelim derseniz, “Wall Street”, “New York Stock Exchange (Borsa)”, borsanın iyi dönemini simgeleyen “Boğa anıtı”, “Federal Hall”, “Trinity Kilisesi”,

lower-manhattan

Beni en çok etkileyen kısım ile başlayayım: “Dünya Ticaret Merkezi” yeni adı ile “Ground Zero/Sıfır Noktası”. 1973’te faaliyete geçen ve toplamda yedi binadan oluşan kompleksin en ünlü binaları “İkiz Kuleler”di.

11 Eylül 2001’de El Kaide örgütünün üstlendiği terörist saldırıda her iki kuleye de çarpan uçaklar büyük hasara yol açtı. Yaklaşık 3000 kişinin ölümüyle sonuçlanan bu saldırıdan sonra, kulelerin olduğu alana; bu saldırıda hayatını kaybedenler anısına “9/11 Anıtı” yapıldı.

 

Bu anıt, sonsuz bir havuz gibi, havuzu çevreleyen duvarın üzerinde saldırıda hayatını kaybedenlerin isimleri yazıyor.

Image00016

Burada bir de 9/11 müzesi  var, daha fazla bilgi almak ve gezmek isteyenler için, biz gerek görmedik ve gezmedik.

Image00015

Image00019 Image00017Bu alanda bir de inşaatı devam eden yeni bir bina var: “One World Trade Center/Tek Dünya Ticaret Merkezi” ya da ilk adı ile “Freedom Tower/Özgürlük Kulesi” . İnşaatı tamamlanmak üzere olan bina, 104 katı ve 541 m yüksekliği ile Amerika’nın en yüksek binası olacak. Oldukça güzel bir mimari tasarıma sahip olduğunu düşünüyorum.

chargingbull4

“Charging Bull” ya da herkesin bildiği ismi ile “Wall Street Boğası”, bronz bir heykel. Boğa bir borsa sembolü aslında, borsadaki yükseliş “boğa” ile , düşüş ise “ayı” ile sembolleştirilmiş. Boğa’nın etrafı her daim kalabalık, sakince bir resim çektirebilmek neredeyse imkansız. Bu nedenle sizin resminizde başkaları olacak hep, siz de başkalarının tatil anılarında olacaksınız :) bize Hintli bir çift denk geldi :)

Image00023“Trinity Kilisesi”, tüm o gökdelenlerin arasında ortama aykırı mimarisi ile hemen dikkat çekiyor. Tabii ki bir de Wall Street’in Brodway ile kesiştiği noktada yer aldığından, Wall Street perspektifindeki yeri de sağlam :)

Image00022

Trinity Kilisesi’nin aynı zamanda mezarlığa da ev sahipliği yapan güzel ve huzurlu bir bahçesi var.

Image00020

Amerika ve dünya borsasının ve finans piyasalarının nabzının attığı “Wall Street” aslında bir cadde. Bu caddeyi bu kadar önemli yapan ise  New York Stock Exchange (Borsa)’in bu caddede bulunması. Her ne kadar borsa piyasasından pek anlamasam da New York Borsası, dünyanın en büyük işlem hacime sahip borsasıymış.

Image00021

Bu bölgeden bahsederken “Occupy Wall Street” yani “Wall Street’i İşgal Et” hareketinden bahsetmeden geçmek büyük ayıp olur.  17 Eylül 2011‘de Kanadalı aktivist grup Adbusters tarafından “Zuccotti Park”ta başlatılan toplumsal hareketin amacı, küresel ekonomik krizin de etkileriyle, sosyal adaletsizlikleri ve gelir eşitsizliğini protesto etmekmiş.

occupy wall st

Bu protestolar için seçilen konumun Wall Street olmasının sebebi ise, Dünyanın en büyük borsasının burada konumlanması ve böylece sermaye egemenliğini protestoymuş. Biz Zuccotti Park’ta gezerken her yer sakindi, bu hareketin bir de web sitesi varmış, merak edip araştırmak isteyenler için link vermek görevimiz efendim :)

Lower Manhattan’daki önemli yapıları gördükten sonra sıra, “Staten Island Ferry/Staten Adası Feribotu”na binip,  Statue of Liberty/Özgürlük Heykelinı görmeye gelmişti. Merak etmeyin yanlış adaya giden feribota binmedik :)  Staten Adası Feribotu’na binmek, Özgürlük Heykeli’ni yakından görmenin en kolay ve bedava yolu :)

Image00029

Anıtın olduğu adaya giden feribotlar da var, önlerinde uzuuuunn kuyrukların olduğu, Özgürlük Adası’na gidiş 18 $, heykelin tacına çıkmak ise 3 $. Bu arada, heykelin içinde asansör yokmuş ve taca ulaşmak için 377 basamak çıkmak gerekiyormuş !! bilginize…

Image00026

Sizde benim ve birçok diğer turist gibi dibine kadar gitmesem de olur, az yakından göreyim bir de resim çektireyim derseniz, doğru Staten Adası Feribotu’na. İşin güzel kısmı bu feribot bedava !!

Image00025

Staten Island feribotundan Lower Manhattan

Feribot Manhattan’ın gökdelenlerle süslü manzarasına doya doya yol alıyor ve yaklaşık 20 dakika sonra Staten Adası’na varıyor. Bu noktada inmeden aynı feribotla dönüş malesef mümkün değil, inip tekrar başka bir feribota binmek gerekiyor.

Image00028

Gelmişken Staten Island’ı da gezelim diyenler olabilir tabii ki, New York’un 5 ilçesinden en az nüfusa sahip olanıymış ve lakabı da “unutulmuş ilçe”ymiş, görülecek pek birşey var mı emin olamadım açıkcası, iyi araştırmakta fayda var..

Image00024

Staten Island feribotundan Brooklyn Köprüsü

Sadece Amerika’da değil aynı zamanda Dünya’da tanınan en önemli sembollerden biri olan Özgürlük Anıtı, Fransa tarafından kuruluşunun 100. Yılı sebebiyle  1886 yılında Amerika’ya hediye edilmiş. Heykel, 1984’ten beri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde yer alıyormuş.

Image00027Heykelin bizleri ilgilendiren detayına gelince..  Birçok tarihçi, aslında bu heykelin Osmanlı toprakları içinde yer alan Mısır’a yerleştirilmek üzere sipariş verildiğini iddia ediyor. Parasının ödendiği halde, daha sonra siparişin bazı nedenlerle iptal edildiği, ya da maddi sıkıntılar sebebiyle para ödenemeyince heykelin Fransa’da kaldığı söylentiler arasında.

Bu arada, Özgürlük Adası’na ve aynı zamanda “Ellis Adası”na sefer yapan feribotlar da var. “Ellis Adası” uzun yıllar New York’a gelen göçmenlerin ilk durağı olmuş. 1892’den 1924’e kadar, yaklaşık 12 milyon göçmenin işlemleri burada yapılmış. Amerika’ya kabul edilenler için “umut adası” reddedilenler için ise “gözyaşı adası” olmuş.  Konuya meraklı olanlar bu adadaki “Göçmen Müzesi”ni ziyaret edebilir.

Image00031

smoothie arabası :)

Image00032

hot dog :)

New York’ta gezerken aç kalmanıza ihtimal yok, adım başı yer alan hotdog’cularda hızlıca atıştırabilir, yada şirin bir smoothie arabasına dayanamayıp karışık bir meyve  suyu ile enerji dolabilirsiniz :)

Image00030

Lower Manhattan’da o yüksek binaların arasında bir plaja rastlayacağımız kimin aklına gelirdi :) Büyük şehirlerde bunun gibi yaratıcı şeyler görünce yüzümdeki gülümsemeye engel olamıyorum :)

Staten Island dönüşünde, Battery Park’ın önünde şehir turu yapan çift katlı otobüsleri görünce, arkadaşlarımızın tavsiyesine uymaya karar verdik. O kadar çok gezmemize rağmen bugüne kadar hiç yapmadığımız bu çift katlı üstü açık otobüslerle şehir turu yapalım dedik.

geyline

Birçok farklı firma var, hepsinin de görevlileri ellerinde broşürler ile bilet satmaya çalışıyor. Bizde bir kaç kişiye fiyat sorduktan sonra Grayline Sightseeingten aldık biletimizi. Bu turlarda pazarlık yapılabildiğini hiç düşünmezdim, ama varmış, gece turunu da kapsayan, 2 günlük bilet fiyatı broşürde kişibaşı 59 $’dı. Biz ise, kişibaşı 51 $ ödedik, bir de Central Park’ta dolaşmak için 1 saatlik bisiklet kiralama da fiyatın içindeydi.

greyline map

Biraz da yorulduğumuzdan, otobüsle gezmek bize iyi gelecekti açıkcası. ilk önce “Downtown Loop” adındaki yeşil turu yapacağımız otobüse bindik. Bu tur sırasında, Empire State Binası, Rockefeller Center, Flatiron Building, Times Square, Soho, Chinatown ve Little Italy’de dolaşmış olduk.

Image00034

Image00035Daha sonra, Soho, Chinatown ve Little Italy’i yürüyerek keşfetmeye karar verdik.

“SoHo”, aslında “south of Houston” un kısaltmasıymış ve adı buradan geliyormuş. Manhattan’ın merkezi yani “downtown” olarak bilinen bölgenin bir semti olan Soho, 1970’li yıllarda ünlü popart sanatçısı “Andy Warhol”un bölgeye gelmesinin ardından dönemin önemli sanatçılarına ev sahipliği yapmaya başlamış.

Image00041

“Little Italy” (küçük İtalya) bölgenin İtalyan nüfusunun yoğunlaştığı, İtalyan restoranlarının yer aldığı ve İtalyan kültürünün yaşatıldığı şirin bir bölge. “Chinatown” (Çin mahallesi) ise, Çinli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı ve çin kültürünün yaşatıldığı bölge.

Image00042

Little Italy sokaklarında Audrey Hepburn’ü gördüm sanki :)

Image00038

Miss Liberty rengarenk daha güzelsin !

Sokaklar arasında kaybolup, yorulunca, akşam yemeğini “Little Italy”de yedik. Trafiğe kapalı olan sokakta, “Italian Food Center”da oturduk.

Italian-Food-Center-Little-Italy-NYCMenümüzde, “Spagetti Vongole” 21 $, “Reginetti” 18 $, Bira 8 $ ve büyük şişe soda 6,43 $ vardı.

Image00040 Image00039

Yemekten sonra, Grayline Sightseeing’in gece turunu yapmaya karar verdik ve gece turunun kalkış noktası olan Times Meydanı’na gittik.

Image00043

Times meydanı gece o kadar hareketli ve kalabalıktı ki, otobüsle meydandan çıkmamız yarım saatten fazla sürdü.

greyline night turGece turunun güzelliği, otobüsün Brooklyn tarafına geçmesi ve gece ışıl ışıl Manhattan manzarası olmasıydı. Gece turu haritada turuncu görünen hat.

Gece turunu yine Times meydanında noktaladık, meydanda TKTS’nin kırmızı merdivenlerinde biraz oturduk ve meydandaki ışıkları, insan kalabalığını seyrettik :)

tkts

 

Image00045Üzerimize çöken yorgunluğa daha fazla dayanamayıp eve döndük.

New York gezilerinin devam için sonraki sayfalara lütfen :)

 

New York’tayız… (NY 2)

Yaklaşık 7 saatlik bir uçusun ardından saat yerel saat ile 18:00 civarı New York JFK Havalimanı‘na inmiştik.

Pasaport kontrolü işlemi biraz uzun sürdü, parmak izi verdik. Vize alırken verdiğimiz parmak izinin sisteme kaydedildiğini ve ülkeye girişte kontrol edildiğini düşünüyorum. Bir de bir form doldurduk, iki kişiye tek form yetiyormuş, ayrı ayrı doldurmaya gerek yok bilginiz olsun, kalacağımız adres vs bilgileri içeriyor. Valizimiz de sorunsuz geldi. Sıra Manhattan’a gitmeye gelmişti. Biz havaalanından metro ile şehre gitmeye karar verdik. Metro hatlarını merak edenler, gitmeden önce öğrenelim diyenler için link verelim tık tık.

Manhattan’daki evimiz, Upper East Side ile East Harlem’in kesiştiği noktada, 2. bulvar 110. caddedeydi. Bu nedenle havaalanındaki “Airtrain” ile “Jamaica Center” istasyonuna gittik, oradan da E hattı ile Manhattan’a ulaştık.

Airtrain, havalimanındaki terminaller arasındaki ulaşımı sağlıyor aynı zamanda da havalimanından en yakın metro durağına ulaşmanızı sağlıyor. Airtrain 5 $, metro ise 2,5 $.

Böylece JFK Havalimanından Manhattan’a ulaşım kişibaşı 7,5 $. Fikir vermesi açısından taksiyle Manhattan’a ulaşmak, gişe ücretleri dahil 58 $, bahşiş hariç. Bir de shuttlelar var, bunların da fiyatları kişibaşı 20-25 $ civarında.

metrocardMetrocard’ı Airtrain ile ulaştığınız metro istasyonundan alabilirsiniz, 10 $ doldurunca 0,50 $ hediye veriyor, bir de yeni kart parası 1 $ ödemek gerek. Herkesin kendi metrocard’ı olması gerekiyor. İki kişiyseniz, tek kartla iki kez üst üste geçilemiyormuş, bilginize.

E hattı ile ulaştığımız Manhattan’da, 51. Cadde durağından 6. hata geçip 110. cadde durağında inip, 2 sokak kalacağımız eve yürüdük.

New York’ta mutlaka Manhattan’da kalmak gerek. Zaten görülmesi gereken çoğu yer Manhattan’da. Konaklama tahmin edeceğiniz ya da muhtemelen duyduğunuz üzere oldukça pahalı. Ortalama bir otel odası için gecelik 180-200 $’ı gözden çıkarmanız gerekecek büyük ihtimalle. Biz New York’taki konaklamamızı airbnb‘den ayarladık, otel yerine evde kalmayı tercih ettik.

nyairbnb1 nyairbnb2

Bizim kaldığımız ev: Affordable & Cozy @ 1 bed APT. Adı üstünde; gerçekten de Manhattan standartlarında oldukça hesaplı. 4 gece için toplam 522 $ ödedik. Temizlik ücreti ve airbnb’nin ücreti dahil.

Burada bir parantez açıp biraz detay bilgi vereyim. Otelde kalmak isteyenler, booking.com’daki fiyatlarda vergi yok, otel bakarken bu ayrıntıya da dikkat etmek gerek. New York’taki otel fiyatlarına % 14,75 vergi ve gecelik 3,50 $ şehir vergisi ekleniyor. Airbnb’de de bazı evlerde temizlik ücreti ilave ediliyor fiyatlara, bir de airbnb komisyonu var tabii ki, ama yine de otel odasına ilave edilen vergiden daha uygun bir rakam ilave oluyor.

evharitasi2Gelelim New York’taki evimize.. 2. Bulvar 110. ve 111. Sokak arasında yer alıyordu. Konumu, Upper East Side’ın East Harlem ile birleştiği bölge olarak tanımlayabiliriz. Evimiz, binanın bize göre 3. katında Amerikalılara göre ise 4. katındaydı. Amerikalılar zemin katı bir saydıklarından aramızda böyle bir fark var :)

Aynen resimlerde göründüğü gibiydi, ortalama bir evdi, eski bir binada, içi nispeten yenilenmişti, duvarlarda asılı resimler, ortama sıcak bir hava katmıştı. Yatak odası gayet büyüktü ama yatak biraz gıcırdayan cinstendi. Genel olarak bir problem ile karşılaşmamış olmamıza rağmen, süper bir ev de değildi açıkcası. Times Square’den eve taksi yaklaşık 20 $ tutuyordu ve geceleri dönüşte çoğunlukla taksi kullandık, belki bütçeyi biraz daha yukarı çekip Midtown’a daha yakın bir ev de seçilebilirmiş diye düşünmedik de değil sonradan..

Eve vardığımızda saat New York saatiyle 20:00’ye geliyordu. İstanbul saatiyle ise sabaha karşı 03:00 olmuştu !! Toplam uçuş süremiz 11 saat civarındaydı ama sabah 9:00 uçağı için evden 06:30 civarı çıkmış olduğumuzu dikkate alırsak, uçaktaki klima arızasından kaynaklanan rötar ve aktarma bekleme süresiyle New York’taki evimize varış süremiz 24 saate yaklaşmıştı :(

Eve yerleşip, kendimize geldikten sonra, yorgunluğa rağmen homemadetravels’a yakışan bir şekilde soluğu Times Square’de aldık :) Evden çıkıp 2nd Avenue/2. Bulvar’dan önce bir kaç sokak yürüdükten sonra taksiye bindik, 15 $ civarında ödedik.

Madem taksi konusu geldi ilk kez, bu noktada New York taksileri ile ilgili bilgi paylaşma zamanıdır.

nytaksi

Taksiler çok yaygın, sayıca fazla, sokakta el kaldırıp durdurabilirsiniz. Taksi fiyatları da makul. Taksilerde ön ve arka koltuk, şeffaf bir bölme ile ayrılmış durumda. Sadece şöfore parayı uzatmak için küçük bir bölme var açıkta. Eğer kredi kartı ile ödemek isterseniz, pos cihazı da şöforün yan koltuğunun arkasına monte edilmiş durumda. Bir de ekranlar var bu koltuğun arkasında, isterseniz reklamları izleyebilir, isterseniz harita kısmından güzergahınızı takip edebilirsiniz :)

Sonunda hep televizyon ekranlarından gördüğümüz, dünyanın belki de en çok ve en büyük dijital ekranlarına ev sahipliği yapan “Times Square”deydik.

Image00014

Daha önce hiç bir meydanın web sitesi olduğunu görmemiştim. Ama meydan Times Square olunca oluyormuş, merak edenler tık’lasın lütfen :)

Bence, Times Meydanı adı ve ünü kadar büyük bir meydan değil, en azından alansal olarak değil. Meydan bir yandan araç trafiğinin de devam ettiği, West 42. Cadde’nin Broadway ve 7.Bulvar (Seventh Avenue) ile kesiştiği kavşak ve etrafındaki alanı kapsıyor. 

Meydana bakan binaların cephelerinde yer alan rengarenk reklam panoları esas bu meydanı canlı kılıyor, bir de tabii ki bizim gibi turistler :)

Image00013

Meydanla ilgili biraz tarihi bilgi vermeden olmaz :) Meydan, “The New York Times” gazetesinin meydandaki “One Times Square” binasına taşınmasıyla, Times Square olarak anılmaya başlanmış.  Daha önceleri Longacre Square olarak biliniyormuş.

1904 yılbaşı gecesi New York Times’ın hem bu binaya taşınmasını hem de yeni yılı kutlamak amacıyla binadan havai fişek şöleni yapılmış. Böylece meydana adını veren New York Times aynı zamanda meydandaki yeniyıl kutlamaları için de bir gelenek başlatmış :)

Böyle bir misyona sahip olup da binada sadece 10 yıl kalmış olması da ilginç bir detay.. New York Times’dan sonra binada farklı kiracılar olsa da hiç biri böyle bir etki ya da katkı sağlayamamış anladığım.

Image00009Bu bina şu an, sadece reklam alanı olarak kullanılan cepheden ibaretmiş. Binanın içi tamamen boş durumdaymış. Cepheden kazanılan gelir, herhangi bir ofis kiracısının ödeyebileceği kiradan çok daha yüksek olmalı.

Bir de haliyle 100 yılı devirmiş bir binanın altyapı eksiklikleri, yenileme gereklilikleri ve şikayet eden kiracıları ile hiç uğraşmak yerine cepheyi kiralamak çok daha akılcı bir çözüm bence de. Bu akılcı çözüm binanın mal sahibine de çok iyi para kazandırmış.

Bina 1995’te Lehman Brother’s a 27,5 milyon $’a satılmış, sonrasında reklam binasına dönüştürülmüş ve 1997’de Jamestown Group’a 117 milyon $’a satılmış. Satışın yapıldığı yıl binanın reklam geliri 7 milyon $’mış. 2012’de ise bu gelir 23 milyon $’a yükselmiş. vallaha wikipedia’nın yalancısıyım :)

Bu bina hangisi diye sorarsanız, muhtemelen filmlerde görmüş olduğunuz her yeniyıl gecesi tepesinde yer alan topun düşmesiyle yapılan kutlamalara ev sahipliği yapan bina :)

Times Square’de etrafınızda dönen ışık ışık reklam panoları yeterince gözünüzü aldıysa biraz meydanda yürüyüp mağazalara girip çıkabilirsiniz.

Biraz yorgunluk, biraz uykusuzluk, öğünlerin birbirine karışması derken birşeyler atıştırmaya karar verdik ve meydanda yer alan Bubba Gump Shrimp Coya oturalım dedik. Daha önce duyduğum ama ilk kez denediğimiz konseptli bir restoran burası :)

Image00010

Efsanevi “Forrest Gump” filminin temasıyla kurulmuş bir restoran. Dekorasyon da her haliyle filmi çağrıştırıyor, ekranlarda film yayınlanmaya devam ediyor, filmden replikler duvarları süslüyor… Masanıza garson çağırmak isterseniz çift yönlü levhanın “stop forrest stop” tarafını çevirmeniz gerek, diğer tarafta ne yazıyor derseniz tabii ki “run forrest run” :) Esprili ve oldukça güzel planlanmış bir konsept. Görmeli, tatmalı mutlaka..

Her ne kadar saat 22:00’yi geçmiş olsa da uzun bir kuyruk vardı restoranın kapısında, adımızı listeye yazdırdık. O sırada hediyelik eşya mağazasında film ve restoran temalı ürünlerle biraz oyalandık. Biraz filmi izledik,masaya oturmamız heralde 45 dk filan sürdü toplamda..

Menüde genellikle deniz ürünleri ve karides ağırlıklı ama deniz ürünlerini sevmeyenler için de alternatifler var. Bizim menümüzde ise, “Forrest Seafood Feast” (20,99 $), “Shrimper’s Heaven” (22,79 $) vardı. Bu iki yemek de, çeşitli karides kızartmaları yanında patates kızartması ile geliyor, porsiyonlar büyük, eğer fazla aç değilseniz bir tanesi yetecektir iki kişiye. Forrest Seafood Feast daha lezzetli, Shrimper’s Heaven’daki çeşitlerden biri hindistan cevizli karidesti. Çok beğenmedik biz.

Image00011 Image00012

Yemekler böyle, ne içtiniz derseniz.. Eğlenceli ışıklı yanar döner bardaklarda servis edilen meyve kokteylleri var, bardak da hediye :) Ben bu kokteyllerden “Strawberry Mango Chiller” (8,99 $) denedim, eşim de biralı bir kokteyl olan “Coronarita”yı (14,99 $) denedi.

Amerika’daki ilk yemeğimizi yedik madem, yeme içme konusunda da biraz bilgi vereyim. Menülerdeki fiyatlar vergi hariç. New York’ta hesaba % 8,8 vergi ekleniyor. Bir de bahşiş olayı var ki, daha önce dünyanın hiç bir yerinde görmediğim kadar yüksek oranlarda.

Hesap gelince en altta bahşiş sizin için otomatik hesaplanmış geliyor, %15 – %18 ve %20 olarak. Artık gönlünüzden ne koparsa :) Hatta bazı restoranlardaki garsonlar %20’yi yuvarlak içine alıp yanına gülen surat çizip “thank you” bile yazıyorlar :)

Yemekten sonra kalan son enerjimizle taksiye atlayıp evimizin yolunu tuttuk.

Gündüz gözüyle New York sokaklarını gezmek için sonraki sayfalara lütfen :)

 

İstanbul New York yolculuğu.. (NY 1)

12 günlük bir seyahat için havaalanına arabayla gitmek anlamsız. Abonelik alsak da, valeye verip %50 indirim alsak da taksi her koşulda daha ucuza çıkacağı için havalimanına taksiyle gittik.

Havalimanı oldukça sakindi, check-in yapmış olduğumuzdan işlemlerimiz çok kısa sürdü. Bayram tatiline bir gün önce başlamanın avantajını yaşadık bu anlamda. Free shopta biraz takıldıktan sonra Comfort Lounge’ta kahvaltımızı yaptık. İş Bankası Lounge kullanım koşullarını değiştirdiğinden, Maximiles Select kart bile olsa misafire ücret alınıyor :( Biz de Finans Xclusive kartın da geçtiği Comfort Lounge’ı kullandık ücret ödemeden. Yeme-içme büfesinde sunulan ikramlar İş Bankası Lounge’ına göre daha iyi tavsiye ederim :)

Lounge keyifli gelmiş olmalı ki uçağımıza yarım saat kala “son çağrı” uyarısını görünce fırladık yerimizden ve kapıya koştuk.

Böylece British Airways’in 08:50 Londra uçağı ile başladı yolculuğumuz, Atatürk Havalimanı’nın her zamanki uçak trafiği sebebiyle kalkışımız 9:30’u buldu.

İlk kez British Airways ile yolculuk ediyorduk, kahvaltı servisi güzel ve tatmin ediciydi.

Londra’ya indiğimizde saat Türkiye saatiyle 13:00, Londra saatiyle ise 11:00 civarındaydı.

saat

Uçaktan inip, transit uçuşların yönlendirmesi olan mor tabelaları takip ederek, diğer uçuşumuz için kapıya doğru yöneldik. Bu noktada ilk önce pasaport kontrolünden sonrasında ise güvenlik kontrolünden geçtik.

Güvenliğe doğru giderken heryerde sıvı taşıma limitlerinden ve sıvıların kilitli poşetlerde olması gerektiğini söyleyen görevliler ve uyarıcı levhalar vardı. Sırt çantalarımızdan biri yanımızdaydı ve tüm banyo malzemeleri de bu çantadaydı.

airport_allowanceNe olur ne olmaz aktarmalı uzun uçuşlarda hep bir tedirginlik oluyor bende. Ya valiz kaybolursa ya bir kaç gün sonra gelirse diye. Bu nedenle eşyaları ikiye bölüp, önemlileri ve kaybolursa çok üzüleceğim kıyafetlerimi kabine alacağım sırt çantasına yerleştiriyorum. Biraz temkinli davranıyorum.

Açıkcası sırt çantasını açıp tüm banyo malzemelerini çıkarıp kilitli poşetlere koymak gereksiz geldi. Ama gerekliymişşş!!..

 

Sistem şöyle işliyor, x-rayden geçtikten sonra sorunsuz olan eşyalar bir banta, içinin kontrol edilmesi gereken eşyalar ise ayrı bir banta yöneliyor. Görevli çantada çok fazla sıvı olduğunu söyledi, sıvıları görmek istedi, ayrı kilitli poşette olmaları gerekiyor dedi.  Mecburen açtık valizi, sıvıları poşetledik, görevliye verdik. Bir aletle kontrol etti, sonra da hepsi sorunsuz alabilirsiniz dedi. Bu aralar güvenliğin biraz arttığını bu sebeple sıvıları çantaya yerleştirmeden yanımızda tutmamızın daha iyi olacağını söyledi.

Güvenlikten de geçtikten sonra free shopların yer aldığı alandaydık. Özellikle yurtdışında free shoplarda vakit geçirmeden önce mutlaka uçağınızın kapısını öğrenin. Bazı havalimanları çok büyük olduğundan, kapılar birbirine uzak olabiliyor ve hatta kapınıza gitmek için bir iki durak da olsa metroya binmeniz gerekebilir.

Image00005Heatrow Havalimanı da böyle, esas free shopların yer aldığı alan C terminali, kapınız B ya da A’da ise, metroyla diğer terminallere ulaşmanız gerekiyor. Freeshop alışverişine dalmadan ya da birşeyler atıştırmak için oturmadan önce kapıya ne kadar uzaklıkta olduğunuzu bilmeniz, son dakika paniklerinin önüne geçecektir :)

Image00007New York’a devam edecek uçağımız Londra saatiyle 13:10’daydı. Güvenlik vs işlerinden sonra yaklaşık 1,5 saatlik zamanımız vardı. Önceki Londra seyahatimizde tanıyıp, çok sevdiğimiz Pret a Manger’i görünce oturup birşeyler atıştırmaya karar verdik.

Yemekten sonra B terminalindeki kapıya ulaşmak için metroya bindik, kapıya vardığımızda yavaş yavaş uçağa alımlar başlamıştı. Sonra yolcu alımına ara verildiği, uçak içindeki sıcaklığın 40 derece olduğu, bu nedenle uçak biraz soğutulduktan sonra tekrar yolcu alınacağını duyurdular.

Herşey böyle başladı ve uçağın içine bindikten sonra, klimalardan birinin bozulduğu, tamir edilmeden havalanamayacağımızı bildiren anonslar aralıklarla devam etti uçağın içindeki sıcaklık yükselirken. İki saati geçen bir rotar sonunda Londra saatiyle 15:30’a doğru havalandık. Kaptanımız yolda rötarı telafi edeceğini söyledi :)

Image00008Yemekte körili tavuk, tahıl salatası ve limonlu turta vardı, herşey lezzetliydi.

 

Madem uzun uçuyoruz bu uçuşta biraz New York’u tanıyalım, tanıtalım :)

 

 

New York

New York, Amerika’da yer alan 50 eyaletten biri. Yer aldığı eyalet ile aynı ismi taşıyan New York Şehri ise Amerika’nın en meşhur şehirlerinden.

New York City, NYC, Büyük Elma (the big apple) veya sadece Şehir (the City) olarak de biliniyor.

NYC; Manhattan, Bronx, Queens, Brooklyn ve Staten Island olmak üzere 5 ilçeden oluşuyor.

New_York_City_District_Map

Bu ilçeleri birer cümle ile özetlemek gerekirse,

Manhattan; NYC’nin en meşhur yeri, hepimizin filmlerden izlediği ve bildiği Times meydanı, Empire States Binası, Wall Street, Harlem gibi bir çok yer Manhattan’da.

Brooklyn; nüfusun en yoğun olduğu bölge

Queens; Amerika’daki en fazla etnik grubun yaşadığı bölge

The Bronx; New York Yankees beyzbol takımının stadyumunun bulunduğu bölge

Staten Adası; ücretsiz feribotla ulaşılan bu ada New York’un diğer ilçelerine göre daha banliyö karakterli

Gelelim New York ile ilgili bir kaç istatistiki bilgiye, yaklaşık 170 ayrı dil konuşulan New York’ta yaşayan her üç kişiden biri ABD dışında bir ülke doğumluymuş.

180 farklı ülke kökenli 8,2 milyon kişilik bir nüfusu barındıran New York, dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biri olma ünvanını da taşıyor.

Manhattan_districts_51811

 

New York denince tabii ki ilk akla gelen yer Manhattan, tüm iş, eğlence vs. hepsi Manhattan’da.

Manhattan güneyden kuzeye doğru, sokak numaralarına göre bölünmüş ve bölgelere ayrılmış durumda. Kuzeyden güneye doğru uzanan 12 cadde ve bu caddeleri dik kesen 220 sokak Manhattan’ın grid sistem yol şemasını oluşturuyor. Oldukça basit ve kullanışlı bir sistem. Taksiye bindiğinizde adres tarif ederken, örneğin 5. cadde 90. sokak şeklinde söylüyorsunuz. Taksicinin sizi dolaştırma gibi bir ihtimali yok, sokak numaralarını takip etmek çok kolay.

Manhattan, uptown, midtown ve downtown olarak üçe ayrılmış durumda. Uptown Manhattan’ın kuzeyi, downtown ise güneyini kapsıyor. Bu sistem de oldukça kullanışlı özellikle metroya binerken, ters yöne gitme riski hemen hemen hiç yok.

Bu ön bilgilendirmeden sonra gelelim New York’taki anılarımıza.

amerika seyahati planlarken..


Bu yazıda seyahati planlarken yapılması gerekenleri ele alıyoruz : 1. uçak biletleri  2. Amerika içi ulaşım  3.konaklama

1. Uçak biletleri…

flightsGidiş ve dönüş günleri tamamen duygusal (!) sebeplerle seçildi :) homemadetravels’a yakışmayan bir şekilde seyahat tarihinden yaklaşık 2 ay önce yaptığımız için programı; THY’den uygun fiyatlı bilet bulmak imkansıza yakındı.

Geçen sene gittiğimiz Güney Amerika tatilinin uçak biletleri için, halen avans milleri kapatmaya çalıştığımızdan, avans mille de bilet alma şansımız yoktu :(

Mayıs ayında program yapmaya başladığımızda THY New York gidiş dönüş biletleri iki kişi için 2.400 $ civarındaydı, New York gidiş – Los Angles dönüş biletleri ise 3.900 – 4.000 $ civarındaydı iki kişi.

Bu arada sanmayın ki bu fiyatlar Cumartesi gidiş Pazar dönüş fiyatları.. Gidiş ya da dönüşten biri mutlaka haftaiçi bir gün.. Dedim ya daha önce gidiş ve dönüş günleri tamamen duygusal (!) sebeplerle seçildi :)

Bayram tatiline denk gelen bir Amerika programını ucuza planlamak kadar zor birşey yok sanırım, uçak biletleri için harcadığımız toplam vakit ne kadardır bilmiyorum ama yaptığımız rezervasyon sayısı 5-6 civarında olsa gerek.. Aylar öncesinden bilet alıp seyahat planlayan bize ne oldu böyle??

Bir gün önce gitsek, bir gün sonra dönsek? Cuma gitsek, Salı dönsek? Perşembe gitsek Pazartesi dönsek? Sayısız ve sonsuz alternatif içinden en ucuzunu bulma çabamız takdir edilesiydi gerçekten..

Expedia’nın sunduğu sonsuz uçak bileti alternatifleri içinde boğulduk resmen.

Direkt uçuşlar, aktarmalar.. Londra aktarmalı ya da Fransa ya da İtalya… Sabah gidiş olsa, dönüş akşam olsa.. Amerika’daki ara uçuşu da eklesek mi? Expedia’nın başında kaç saat geçirdiğimizi inanın bilmiyorumm.. Ama bu açıdan expedia’nın sunduğu hizmet 10 numara 5 yıldız, bilet almadan mutlaka bakılmalı..

Image00004

Gelelim sonuca: ucuz bilet bulamayınca, direkt uçuştan vazgeçtik ve aktarmalı uçuşlara yöneldik. British Airways’ten Londra aktarmalı New York gidiş, Los Angeles’ten Londra aktarmalı dönüş biletlerimizi iki kişi toplam 3.340 $’a aldık.

Amerika biletlerini aldığımıza göre, programa ince ayar yapma vakti gelmiştir :)

 

2. Amerika içi ulaşım..

İstanbul uçuşları tamam, sıra geldi, Amerika içi ulaşıma..

New York’tan San Francisco’ya mecbur uçacağız ve bu uçuş yaklaşık 6,5 saat sürecek !! Peki oradan Los Angeles’a arabayla geçsek, ordan da Las Vegas’a nasıl olur?? ayagimintozuyla‘da yazmış Melike, harika bir yol varmış, Pasific Coast Highway..

Vallaha canım çekti bu yolu ama; düşün/taşın/hesapla olmadı, bize uymadı :( Bizim program zaten yoğun bir de bu yolu arabayla alırsak, çok vakit kaybederiz. Sonunda San Francisco’dan Las Vegas’a uçmaya karar verdik.

“New York – San Francisco” ve “San Francisco – Las Vegas” uçak biletlerini “United Airlines”ten aldık 2 kişi toplam 810 $. United Airlines Staraliance üyesi olduğu için, New York – San Francisco uçuşundan 2.572 mil,  San Francisco – Las Vegas uçuşundan ise 500 mil kazandık :)

Geriye sadece araba kiralama kaldı. Las Vegas havalimanından Fox Rent A Car‘dan 5 günlük  kiralayacağımız “Dodge Challenger” için ise 290 $’a yaptık rezervasyonu. Ama arabayı teslim alırken öğrendik ki, mecbur bir sigorta yapılıyormuş, günlük 22 $ daha eklendi mecburen fiyata. Bu arada arabamız da “Mustang”e upgrade olmuş fiyat farkı olmadan :)

3. Konaklama alternatifleri… Nerede, kaça kalınır?

Uçaklar kesinleştiğine göre sıra geldi kalınacak yerleri ayarlamaya…

New York’a 4 gece ayırdık, diğer şehirlere ise 2’şer gece. Amerika’da konaklama Las Vegas hariç pahalı malesef :( Yani ulaşmak ayrı pahalı, konaklamak ayrı, korkarım en çok para harcadığımız tatilimiz bu oldu!!

booking

Konaklama için ilk baktığımız yer tabii ki booking.com, sonrasında ise airbnb.com duruma göre ikisinin de avantajları var..

airbnbDikkat edilmesi gereken konular: Oda fiyatına neler dahil? Booking.com için, KDV vb. vergiler, kahvaltı? Airbnb.com için ise, temizlik için ekstra bir ödeme yapılacak mı? Zaten airbnb komisyonu her halükarda fiyata ilave ediliyor. Bu arada Amerika’da eyaletlere göre vergi oranları da farklılık gösteriyor.

Las Vegas hariç tüm konaklamaları airbnb’den ayarladık, Las Vegas ise booking.com’dan.

NY

New York

Tabii ki en mantıklısı Manhattan’da kalmak.. Otellerin oda fiyatlarına % 14.75 KDV ve gecelik 3,50 $ şehir vergisi ekleniyor, bu nedenle verginin olmadığı airbnb’ten bir yer ayarlamak tercihimiz oldu, detaylar New York yazısında ama evi merak edenler tıklasınlar, fiyat ile ilgili bilgi vereyim, 4 gece için toplam 522 $ ödedik.

 

SF

San Francisco

Otellerin oda fiyatlarına % 14 KDV ve %2,32 şehir vergisi ekleniyor, San Francisco da hiç ucuz değil, bu nedenle verginin olmadığı airbnb’ye yöneldik yine. İki kez yaptığımız rezervasyon ev sahipleri tarafından onaylanmayınca Allah’ın hakkı üçtür dedik ve üçüncü denemede evi ayarladık, 2 gece için toplam 376 $ ödedik.

 

 

LV

Las Vegas

Otellerde oda fiyatına ilave edilen KDV %12 ayrıca bazı otellerde resort fee adı altında 20-25 $/gece arasında değişen rakamlar var. Dünyanın en büyük ve orijinal temalı otellerine ev sahipliği yapan Las Vegas’ta otelde kalmak gerek dedik ve booking.com’dan Excalibor Otel’i ayarladık, 2 gece için toplam 154 $ ödedik.  Aslında otelin gecelik oda fiyatı 50 $’dı ama kdv, resort fee derken toplam rakam arttı.

 

LA

Los Angeles

Los Angeles’ta otellerin oda fiyatlarına % 14 KDV ve %1,5 şehir vergisi ekleniyor. Yine tercihimiz vergisiz konaklama alternatifi olan airbnb oldu. Okyanus kıyısında yer alan Santa Monica’daki, eve 2 gece konaklama için toplam 182 $ ödedik.

Tüm organizasyon tamam, yola çıkabiliriz öyleyse…

İlk önce New York :)

macera dolu Amerika :)

karar verdik Amerika’ya gidiyoruz…

Yazının Devamı…

Portekiz – Lizbon

2014 yılının 1 Mayıs’ı perşembeye gelir de biz bir gün izin alıp 4 günlük bir plan yapmaz mıyız?

Tabii ki yaptık :)

Bu sefer rotamız Portekiz… Yazının Devamı…

Lizbon’a Veda Ediyoruz (portekiz 4)

Lizbon’a veda edeceğimiz son günümüzde şehirde yarım günlük bir vaktimiz vardı, uçağımız saat 15:45’teydi. Sabah 8:00 gibi kalkıp eşyalarımızı toparladık. Kahve ve kızarmış ekmek, tereyağ ve peynirden oluşan kahvaltımızı yaptık ve 9:00 civarında evden çıktık.

Barrio Alto’daki bir önceki gece dolup taşan sokaklardan geçtik. Yerlerde sayısız plastik bardak ve çöpçülerden başka kimsenin olmadığı bu sokaklarda bir önceki geceki kalabalıktan eser yoktu.

Bir önceki gün street art turunda görmediğimiz bir street art gördük sokaklarda dolaşırken…

28 nolu tramvay turu ve street art turu sırasında geçtiğimiz “Elevador da Bica“; sarı tarmvayın feniküler mantığında işleyen ve yokuşları çıkan versiyonu.

1892 yılından bugüne hizmet veren bu ulaşım aracına biniş ücreti diğer tramvaylar gibi 3,60 €. Bu dar sokağın güzelliği arkada görünen Tejo nehri ve sarı tramvayla daha da artmış, fotoğraf çekmeden geçmek imkansız.

LVeda5

Tramvay yolundan biraz aşağıya doğru yürüyerek bir başka manzara noktası olan “Miradouro de Santa Catarina“ya ulaştık. Bu manzara noktasından Tejo nehri, 25 Nisan Köprüsü ve İsa Heykeli’nin yer aldığı kareler çekebilirsiniz.

Günlerden pazar, saat ise sabah 10:00 olunca bizim gibi birkaç erkenci turist ve evsizlerden başka kimse yoktu bu manzara noktasında.

Santa Catarina manzara noktasından bahsederken burada yer alan “Eczacılık Müzesi”nden de bahsetmek gerek sanırım. Daha doğrusu eczacılık müzesinin cafesinden.. Saat 13:00 de açıldığı için her ne kadar bizzat gidip denememiş olsak da konsept olarak beyaz önlüklü garsonlar, ilaç kutusunda yapılan ikramlar… Yolunuz düşerse uğrayın, deneyin ilginç olabilir :)

Son şehir turumuza Rossio meydanına doğru yürüyerek devam ettik, Rossio’dan sonra ise Alfama’ya devam ettik arka sokaklardan. Mola için “Portas do Sol”deki büfede manzaraya karşı oturduk. Portakal suyu 2,60 €, limonata 2,00 €, kahve 1,10 €.

Bu civarda yer alan hediyelik eşyacılara girip çıktık, yeri gelmişken hediyelik eşya fiyatları hakkında da bilgi vereyim. Magnetler 2-2,5 €, küreler 7-8 €, shut bardakları 3-4 €

Molanın ardından, yavaş yavaş Lizbon’daki evimize dönme vaktimiz gelmişti. Saat 12:00’de evden ayrılmamız gerekiyordu. Eve gidiş yolu aynı zamanda tramvay yoluydu, kendimize hediyelik olarak tramvay rayında ezilmiş bozuk paralar yaptık :)

Lizbon’daki sabah turumuzda sokaklarda gezerken yine çok güzel cepheler, desen desen seramikler gördük.. İşte bazıları…

Saat 12:30 civarında Lizbon’daki evimize veda ederek sırtımızda çantalarımız yola çıktık. Havalimanına gitmeden önce Baxia-Chiada istasyonunun hemen karşısında yer alan “A Brasileria“nın dışarıda yer alan masalarına oturduk. Bu cafe oldukça eski bir tarihe sahip cafenin dışarıda yer alan masalarının birisi de bir heykele ev sahipliği yapıyor. Bu bronz masada oturan bronz heykel, Fernando Pessoa isimli ünlü bir şairmiş ve şair cafenin müdavimlerindenmiş.

Bir masaya oturduk oturmasına ama garsonun menüyü getirmesi bile 15 dakika sürünce vazgeçtik ve kalktık. Bu arada menüyle ilgili bir detayı da paylaşmak isterim. Menüdeki her ürünün üç farklı fiyatı var: ayakta yeme/içme fiyatı, içeride masada oturma fiyatı, dışarıda terasta oturma fiyatı. Örneğin soğuk içeceklerin (cola, fanta, su vs) fiyatı mekana göre sırasıyla 1,30 €, 1,80 €, 3,00 €.

A Brasileria’dan kalkınca, hemen yakında ve daha önce birkaç kez önünden geçtiğimiz “Vitaminas Garret” isimli sandviç ve salatacıya girdik. Bir salata ve bir sandviç yedik, bu yemekçinin konseptini de oldukça beğendik.

Havaalanına gidiş için en pratik yol metroyu kullanmaktı. Baxio-Chiado durağından yeşil hatta bindik, Alameda istasyonundan kırmızı hatta geçtik. Böylece merkezden direkt havalimanına yaklaşık yarım saatte ulaştık. Tek yön metro bileti kişi başı 1,80 €.

Valizleri bırakıp biniş kartlarını aldığımız sırada öğrendik ki uçağımızda 40 dk rötar varmış. Free shop kısmında gezinmeye karar verdik.

Lizbon havalimanındaki sistem Türkiye’dekinden ya da gördüğümüz başka ülkelerdeki sistemden biraz farklıydı. Güvenlik kontrolünden geçtikten sonra free shopların olduğu kısma geçmiştik. Bu noktada insanın kafası karışıyor, pasaport kontrolünden geçmeden free shop alanına geçiş yapınca… Bir görevliye sorduk, pasaport kontrolü sonrası da mağazalar varmış ancak sayı ve çeşit sınırlıymış. Pasaport kontrolü kısmında da hiç sıra olmadığını görünce birkaç mağaza dolaştık, birşeyler aldık, bir kahve içtik derken uçak saatimiz geldi.    4 güzel gün geçirdiğimiz bu seramik kaplı şehre güzel anılar ile veda ederek yurda döndük…

Son olarak seyahatin toplam maliyeti ile ilgili bilgi vereyim; 4 günlük bu tatil bize toplam 1.700 €’ya maloldu. En maliyetli kalem malesef uçak bileti 850 €; THY ile uçtuk ve mil vs. kullanmadan aldık. Konaklama 190 €, araba ve motor kiralama 120 €, 540 € ise diğer harcamalar (yeme-içme, hediyelikler vs vs.)

yürüyerek lizbon (portekiz 3)

Sabah kahvaltısını evde yaparak güne başladık, ben kahvaltıyı hazırlarken eşim de bir gün önce kiraladığımız scooter’ı teslim etmeye gitti Scooter Solution’a saat 9:00’a kadar teslim etmemiz gerekiyordu bir 10 dk gecikmenin kimseye zararı olmaz zaten :)

Her ne kadar apartmanımızın girişini pek beğenmemiş olsak da otel yerine evde kalma fikrini oldukça sevdik. Kahvaltı sonrası bu kez yürüyerek Lizbon sokaklarını keşfe hazırdık.

Evimizin yer aldığı meydandan başladık geziye. “Lago do Carmo”. Meydanda bir de çeşme var, 1796 yılında yapılmış. Meydan, 1974 yılındaki Karanfil Devrimi sırasında önemli rol oynayan meydanlardan biriymiş.

Meydandaki en önemli yapı ise, 1389 yılında inşa edilen “Convento do Carmo / Carmo Manastırı” 1755 yılındaki büyük depremde büyük hasar görmüş. Manastırın çatısı çökmüş ve yıkım içeride dua eden birçok insanın ölümü ile sonuçlanmış. Hayatını kaybeden insanların anısına ve depremin verdiği büyük hasarı hep hatırlamak adına hiç bir zaman eski haline dönüştürülecek bir onarım yapılmamış. Günümüzde “Arkeoloji Müzesi” olarak hizmet veriyor. Biz müzeyi gezmedik, zaten dışarından da oldukça görkemli..

Meydanın hemen köşesinde “Santa Justo Asansörü” tabelalarını takip ederek, asansörün çıktığı üst terasa vardık ve bu noktadan manzarayı seyrettik. Neogotik tarzdaki bu asansöre Rua Agusto’yu dik kesen Rua de Santa Justa caddesinden biniliyor 5,0 €’ya.

Bir kat üstte merdiven ile çıkılan bir teras var, bu terasa çıkmak ise 1,5 €. Bence ikisine de para vermeye gerek yok. Zaten Carmo meydanından direkt terasa bedava ulaşabiliyorsunuz. Burada bir de manzaralı bir cafe var, soluklanmak isteyenler için. Ama bizim evimizin minik balkonunun manzarası daha güzeldi emin olun :)

Manzarayı seyrettikten sonra “Praça Rossio / Rossio Meydanı”na doğru yürüdük. Rossio Meydanı şehrin en büyük ve önemli meydanı, turistlerin ve yerel halkın buluşma noktası olarak da tanımlanabilir. Aynı zamanda “Praça Dom Petro IV” olarak da anılan meydanın ortasında Portekiz Kralı ve aynı zamanda Brezilya’nın ilk imparatoru olan Dom Pedro IV’in heykeli bulunuyor.

Meydandaki seyyar çilek satıcısından 1,5 € ya bir kap çilek aldık. Yıkamadan yemek konusunda benim gibi çekinceniz varsa, meydanda yer alan çeşmelerden yıkayabilirsiniz çileklerinizi :)

Rossio meydanında en az 4-5 kişi bize uyuşturucu satmaya çalıştı. Eşim dayanamayıp bir tanesine fiyat sordu, avucundaki küçük ot paketini gösterip 75 € dedi satıcı, biraz indirim yaparım gibi birşeyler söyledi ama biz kullanmıyoruz, sadece meraktan sorduk deyince uzaklaştı yanımızdan.

Rossio meydanından “Praça da Figueria/Figueria Meydanı “ ve sonra da “Praça Martim Moniz/Martim Moniz Meydanı”na geldik. Bir gün önce arabayı Avis’e teslim edebilmek için bu meydanlar arasında arka yollardan bir kaç tur atmıştık. Bence Lizbon yayalar için kolay bir şehir ara yollar ve kestirmeler var, arabalar ve diğer motorlu taşıtlar için ise tek yönler biraz sıkıntı oluşturuyor..

Martim Moniz Meydanı’na esas geliş sebebimiz, meşhur “28 nolu sarı tramvay”ın kalkış durağının bu meydanda bulunması. Eğer oturarak gezinmek isterseniz tramvayla, bu duraktan binmenizi tavsiye ederim. Her yerde olduğu gibi tramvayda da sıra vardı malesef. Tramvay sırası ne kadar uzun sürebilir ki sonuç olarak bir ulaşım aracı ve turistler dışında yerel halk da bu tramvayı kullanmıyor mu? diyerek girdik tramvay sırasına ve tam bir saat sürdü sıra !!!

Tramvaydaki yerimizi aldıktan sonra başladık etrafı seyretmeye.. Bizim İstiklal Caddesi’ndeki tramvayın bir benzeri olan bu tramvayın güzergahı daha uzun ve zaman zaman yokuş inip çıktığı sokaklar da var. Bir çok turistik noktadan da geçmesi sebebiyle turistler için popüler bir eğlence olmuş. Tramvayın güzergahını bir harita üzerinde sizinle paylaşayım istedim :) Tek yön yaklaşık 50 dk sürüyor.

Tramvaya binmeden önce nedense zihnimizde canlanan tramvayın ring yaparak çalıştığı şeklindeydi. Son durakta herkes inince anladık ki, inip tekrar bilet alarak binmek gerekiyormuş. Merkeze de uzak olduğumuzdan yürümeyi göze alamadık ve tekrar tramvaya bindik.

Dönüş yolunda insanlarla dolan tramvaydan “Rua Agusto” civarında indik. Bu cadde, Rossio meydanı ve sahilde yer alan Commercio meydanını birbirine başlayan bir yaya caddesi. Cafeler, hediyelik eşya mağazaları, canlı heykeller, sokak müzisyenleri.. Bir turistik caddede olması gereken herşeyi barındırıyor.

Karnımız acıktığından ve biraz da yorulduğumuzdan yemek için Agusto Caddesi’nde yer alan restoranlardan birine oturduk. Menümüzde, midyeli spagetti (13,50 €), 4 peynirli pizza (13,50 €), soda (2,30 €) ve bira (4,00 €) vardı.

Yemekten sonra Agusto Caddesi üzerindeki “MUDE (Museu do Design e da Moda/Tasarım ve Moda Müzesi) müzesine girdik. Müze, Commercio meydanına gelmeden hemen önce sol tarafta yer alıyor ve giriş ücretsiz. Daha öncekeleri bir banka binası olarak hizmet veren bir binada yer alan müze, Francisco Capelo koleksiyonunun Lizbon Belediye Meclisi tarafından satın alınmasıyla kurulmuş. Biz zemin kattaki sabit sergiyi gezdik, gezdiğimiz sırada, sadece zemin kattaki sergi açıktı, diğer katlarda da geçici sergiler düzenleniyormuş.

Zemin katta tarih sıralamasına göre 6 bölüm var: 1851-1914 (19. yy ortasından I. Dünya Savaşı’na kadar); 1914-1945 (I. Dünya Savaşı II. Dünya Savaşı arası), 1945-1960 (Savaş sonrası tüketim toplumu dönemi), 1960-1970 (Dünya’yı devrimselleştiren dönem), 1980-1990 (Postmodern dönem), 1990-2010 (Evrensel Tasarım).

Her dönemdeki önemli, Dünya’yı değiştiren olayların özetlendiği bilgilendirme panoları ve dönemin kıyafet ve mobilya tasarımlarını keyifle gezmek mümkün bu müzede. Jean Paul Gaultier, Versace,Yves Saint Laurent, Chanel, Pierre Cardin  tarafından tasarlanmış kıyafetler, Philip Stack, Le Corbusier gibi önemli tasarımcıların mobilyaları zamanda yolculuğa çıkaracak bu müze sizi.

Neler göreceksiniz bir kaç örnek paylaşayım:

BMW Isetta 300 – 1950’lerden gelen bu miniminnacık otomobil, oyuncak gibi çok şirin, kapısı önünde desemm ?!?!?!

Bocca Koltuk – 1970’lerin simgelerinden biri, sürrealism akımının bir sonucu.  Bu koltuk ilk olarak 1936’da Salvador Dali tarafından ünlü oyuncu Mae West’ten esinlenerek tasarlanmış olsa da, Studio 65 tarafından üne kavuşturulmuş bu koltuktan dünyada yaklaşık 1000 adet varmış.

Joe Koltuk – Yine 1970’ler ile sembolleşen bir beyzbol eldiveni şeklinde koltuk :)

MUDE’den çıktıktan sonra yavaş yavaş yürüyerek Barrio Alto ve Chiado semtlerinin sınırında yer alan “Praça Luis de Camoes / Luis de Camoes Meydanı”na doğru yürüdük. Bu meydan adını önemli Portekizli şairden alıyor ve meydanın ortasında bir de heykeli var.

Saat 16:00’te bu meydandan Lisbon Street Art turuna katılacaktık. Heykelin etrafındaki merdivenlere oturduk ve rehberimizi beklemeye başladık. Daha önce Londra’da benzer bir tura katılmıştık ve çok keyif almıştık. Bu sefer de Lizbon’da böyle bir tur bulunca katılmaya karar verdik.

Kısa bir bilgilendirmeden ve tanışma faslından sonra Street Art turuna Barrio Alto sokaklarından başladık, bu sokaklarda gördüğümüz bazı street art örnekleri

C215 – Fransız bir sanatçı

Revolution / Devrim

Yeri gelmişken, bu street art ile birlikte 25 Nisan 1975 tarihinde yapılan devrimin öneminden bahsetmek isterim. “Karanfil Devrimi” olarak da anılan bu askeri darbe, şiddet kullanılmadan gerçekleştirilmiş ve ülkenin diktatörlükten demokrasiye geçişini simgeliyormuş.

25 Nisan 1975’te radyoda çalınan bir şarkının içerdiği gizli sinyalle darbe yapılmış. Askerlerin ele geçirdiği Lizbon Çiçek Pazarı’nda bolca bulunan karanfiller, silah ve tank namlularına takılmış. Tüm Dünya’ya bu şekilde yayılan görüntülerle, Dünya Lizbon’daki bu devrimi “kafanfil devrimi” olarak anmaya başlamış. 1932’de yönetime geçen Salazar, diktatör yönetimini her ne kadar 1968’de yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle Caetano’ya devretmiş olsa da, rejim “Salazar Diktatörlüğü” olarak anılmaya devem etiş ve 1974’te bu devrim ile sona ermiş. Portekiz’de,  25 Nisan günü “Özgürlük Günü/Dia da Liberdade” olarak kutlanmaya devam ediyormuş.

Street art turunda sırada  “Elevador de Santa Justa/Santa Justa Füniküler”inin olduğu kısım var. Burada devlet tarafından desteklenen ve yasal olan street art’ları gördük. “Galeria de Arte Urbana/Street Art Galerisi” Kültürel Miras Müdürlüğü’nce desteklenen bir birim.

Yasal olarak yapılmış olan street art’lardan en dikkat çekenlerden birisi “Last Supper / Son Akşam Yemeği” isimli resimdi, devlet adamları, bankacılar ve politikacıların bir masanın etrafında ülkeyi yedikleri bir resimdi bu, diğer bir değişle sıfırlama operasyonu !! Bu resimdeki bazı kişiler şu an hapisteymiş.. Şimdi düşünün, böyle bir street art’ın yapılmasına yasal olarak izin veriliyor ve şehrin turistik noktalarından birinde duruyor ve politikacılar buna ses çıkarmıyor, ülkemizde bu günleri görebilecek miyiz Allah’ım?

“Son Akşam Yemeği”nin yanında ise ismini hatırlayamadığım bir başka yasal street art vardı. Bunda ise anlatılan, dikkati futbol, facebook ve twitter  ile dağılmış olan halkın bu halinden faydalanıp, paralarını çalan politikacılar anlatılıyordu.

Turumuza yürüyerek devam ettik. Lizbon sokaklarındaki street art’lardan seçmeler paylaşıyorum şimdi …

Street Art turunu Rossio meydanında tamamlayacaktık. Meydana gelmeden önce “Avenue da Liberdade/ Özgürlük Bulvarı“ndan geçtik. Bu bulvar, Lizbon’daki önemli bulvarlardan biri, 90 m genişliğinde ve 1100 m uzunluğunda, 10 şeritli arada yaya yolları ve bahçelerinde olduğu bir bulvar. Chanel, Dior, Gucci, Louis Vuitton, Prada gibi mağazalarında yer aldığı bu bulvar Lizbon’da lüks alışverişin merkezi.

Özgürlük Bulvarı’ndan sonra biraz yokuş tırmandık ve çok keyifli bir bahçeye vardık: “Jardim do Torel” aynı zamanda bir manzara noktasıydı bu küçük park: “Miradouro do Torel” Parkta gelişi güzel yerleştirilmiş tek kişilik ayak uzatma yeri de bulunan banklardan neden Türkiye’de yok?? Peyzaj mimarları duyun sesimi :) İşte tam da böyle şehir mobilyalarına ihtiyacımız var :)

Özgürlük Bulvarı’nın bir arka paralelinde yayalaştırılmış bir cadde olan “Rua das Portas de Santo Antao / Santo Antao’nun Kapıları Sokağı”ya vardık. Burada turumuzun son street art’ı olan Portekiz’in Fado’sunu tüm dünyaya tanıtan “Amalia Rodrigues”i resmeden bir street art’tı. Bu güzel resim önündeki siyah çöp poşetlerinin yarattığı tezatlığa diyecek söz yok ne yazık ki.. Bir çok street art’ın kaderinde var bu durum.

Amalia Rodrigues’i resmeden bir street art ile turumuzu noktaladık, rehberimiz Graciela ile vedalaştık. Bu arada Graciela, yaklaşık 7 ay Türkiye’de yaşamış, aaa İstanbul’da mı yaşadın diye sorunca hayır Manisa’da cevabını alınca oldukça şaşırdık. Manisa’da İngilizce öğretmenliği yapmış. Türk mutfağını ne kadar özlediğinden bahsetti bize de, oldukça sempatik biriydi.

İki saati biraz geçen bu turun bir bedeli olmalı elbette. Genelde bahşiş usulü çalışıyor sistem, gördüğümüz kadarıyla diğer katılımcılar kişibaşı 10-20 € arasında bir bedeli uygun buldu. Zaten kişiye özel turu, kişibaşı 20 €’ya yapıyorlar, grup turu için kişibaşı 10 € bizce uygundu.

Graciela’ya teşekkür edip Portas de Santo Antao sokağında dolaşmaya başladık. Bu sokak da trafiğe kapalı, hediyelik eşya mağazaları, dışarıya masalarını dizmiş restoranlar ile oldukça turistik. Street art turu bizi yormuş olduğu için biraz da karnımız acıktığından akşam yemeğini erken yemeğe karar verdik, “Inhaca” isimli restorana oturduk.

Aslında aklımızda başka başka restoranlar vardı arkadaşlarımızdan tavsiye aldığımız ama restoran işi böyle oluyor, aç ve yorgunken güzel görünen bir restorana oturuyor insan.

Yemekte meşhur Lizbon sardalyasından denemeye karar verdik. Izgara sardalya (6,90 €), ızgara ahtapot (13,00 €) ve sarımsaklı kalamar (8,50 €), bira (3,20 €) vardı, yemekten önce gelen ekmek, tereyağ ve peynir için ise 5,10 € ödedik. Bu yemek ile ilgili ilginç not, balıkların temizlenmemiş olmasıydı. Biri bu avrupalılara öğretsin artık!! Pişirmeden önce balıkların iç organlarının temizlenmesi gerek.

Yemek sonrasında yine aynı caddede, Portekiz ve Lizbon’a özel yerel vişne likörü olan Ginjinha barlarını gördük. Bunlardan birisi “Ginjinha Sem Rival” diğeri ise “A Ginjinha”. Her ikisi de geleneksel yöntemlerle ginjinha üretmeye devam eden küçük şirin işletmeler. Bizim gibi meraklı turistler ve yerel halk geçerken 1,20 €’ya karşılığında bir shut ginjinha içebilirler. Biz “Ginjinha Sem Rival”den aldık ginjinhamızı. Tezgahta duran şişeler içerisinde vişneler yüzüyordu, uzaktan vişneleri zeytine benzettiğimizi de söylemeden geçemeyeceğim. Shutlarımızın içerisine birkaç tane vişne tanesi de nasip oldu bu arada :)

Yavaş yavaş eve doğru yürüdük, evde dinlenip enerji depoladıktan sonra gecelere akmak üzere dışarı çıktık. Hedef tabii ki de Lizbon gece hayatının merkezi Barrio Alto sokaklarıydı. Yavaş yavaş dolmaya başlayan sokaklarda gençler kızlı erkekli ellerinde bira bardaklarıyla sohbet halindeydi. Ufak ufak barların neredeyse hepsi sokağa açılan bir pencere ile içki servisi yapmaktaydı.

Bu sokaklarda bir de hediyelik eşya satan güzel bir mağaza gördük, farklı karo seramik desenlerinden oluşan Lizbon kupamızı da buradan aldık :)

Sokaklarda biraz gezindikten sonra geceye Fado ile başlamaya karar verdik. İlk önce aklımızdaki mekan “Ageda Machado”ydu. Kapıdan baktık içerisi full görünüyordu ve çok şıktı, herkes yemek yiyordu bir yandan da fado performansı devam ediyordu. Baktık burası biraz ağır kaçacak, başka bir yer denemeye karar verdik ve böylece sokağın sonundaki “Cafe Luso”yu seçtik. İçerisi kalabalıktı ve sıra vardı, rezervasyonlu olan masaları önce alıyorlardı. Yemek yemeyeceğimizi, sadece birşeyler içmek istediğimizi söyledik, kişi başı 16 €’luk bir harcama yapmak gerekiyormuş. Bize uyar dedik ve masadaki yerimizi aldık.

Saat 11:00’e doğru ışıkların kısılmasıyla canlı müzik başladı. Diğer akşamlarda dinlediğimizden farklı olarak bu kez iki gitara bir de konturbas eşlik ediyordu. İlk önce bir kadın sanatçı, sonrasında bir erkek sanatçıyı dinledik. Üçüncü olarak ise oldukça yaşlı bir nine sahne aldı, maşallah kendisine, yaşına göre oldukça iyi bir performans sergiledi.

Mekanın içi, dekorasyonu gayet güzeldi ancak, fadoya saygı diğer günlerde gittiğimiz melanlara göre çok azdı. Etrafta gezinen garsonlar bir yandan da servis yapıyorlardı, ortam böyle olunca yemek yiyen insanlar da kendi aralarında sohbete devam ettiler. Sonuç, önceki gecelerdeki kadar keyif alamadık fadodan. Fiyatlar nasıldı derseniz biralar 7,00 €’ydu. Kişibaşı 16,00 €  ödeyeceğimiz için, yaklaşık bu hesaba gelecek şeyler seçtik menüden. Ben tek kişilik sangria (17 €) istedim küçük bir karafta geldi, eşimde küçük şarap (15 €) söyledi. Saat 12:00’yi biraz geçe bu kadar fado yeter diyerekten Cafe Luso’dan ayrıldık ve kendimizi Barrio Alto sokaklarına attık.

Herhalde yurtdışında Rio’daki Lapa sonrası en kalabalık sokak eğlencesini burada gördük. Asmalımescit ya da Nevizade ile yarışabilecek bir kalabalıktan söz ediyorum.. Birbirini kesen sokaklar, sokaklarda küçük küçük barlar, herkes sokakta barlar bomboş ! Barların bir de dışarıya açılan küçük servis pencereleri var. Bira 1 €, mohito vb kokteyller 3,5 €’dan başlayan fiyatlarla. İçeceklerde kıyafet bedenleri gibi S, M, L, XL boyutları var :)

Tüm insanlar sokaklarda, ellerinde içkiler, barlardan yükselen müziklerle sallananlar, sokaklar arasında tur atanlar, yorulup kaldırıma oturanlar.. Gençlik Barrio Alto sokaklarında !

Tabii ki boş bardakların sıralandığı komik görüntüler görmek de mümkün sokaklarda :)

Gündüz Rossio sokaklarında gördüğümüz uyuşturucu satıcılarından Barrio Alto sokaklarında da vardı, ama hiç ısrarcı satıcılar değil, bir kere sorup hayır yanıtını alınca uzaklaşıyorlar yanımızdan..

Biz de elimizde biralarımız sokaklarda turladık, yorulunca kaldırımlara oturduk.. Saat 2:00’yü gösterirken bu gecelik bu kadar yeter diyerek, Lizbon’daki evimizin yolunu tuttuk..

Scooter ile Lizbon :) (portekiz 2)

Cuma günü için planımız, arabayı teslim etmek, sonrasında scooter kiralamak ve şehrin merkeze uzak kesimlerini scooter ile gezmekti.

Arabayı bir gün önce bıraktığımız kapalı otoparktan sabah aldık ve toplam 26,20 € ödedik !! Karşılaştırma için eve gecelik kişibaşı 32 € ödediğimizi belitmek isterim.. Aklınızda olsun, şehir merkezindeki kapalı otoparklar oldukça pahalı.

Avis’in şehir merkezindeki “Mondial Hotel“in altında yer alan ofisinin önüne arabayla gidebilmek için turladık aynı yolları bir kaç kez :( Sonunda Avis’e vardık, ama arabayı alırken ne kadar sıra beklediysek, bir o kadar sıra da teslim edebilmek için bekledik malesef. Allahım tüm kiralama ofisleri mi yavaş çalışır, hepsinde mi sıra olur.. Herhalde yarım saati geçti teslim işlemi..

scooterL1Martim Moniz meydanından, Rossio meydanına geçtik, oradan da Rua Agusto’dan yürüyerek scooter kiralayacağımız “Scooter Solution“a geldik. Tabii ki scooter kiralamak da öyle kolay değildi, tek bir görevli, önümüzde sırada birkaç kişi.. Artık kaderimize gülüyoruz, bekleyeceğiz mecbur yapacak birşey yok :)

Dükkanın logosunu çok sevdim ilerde bir gün scooter dükkanı açarsam, logosu hazır ;)   Günlük 25 €’ya kiraladığımız scooter’ımızı aldığımızda saat 11:00 olmuştu.

İlk önce şehrin batısındaki sahilde yer alan “Belem” semtini gezmeye karar verdik.

Eski zamanlarda keşif seferlerinin denize açıldığı bölge olan Belem’de günümüzde, geniş parklar, meydanlar ve müzeler var. Belem’i gezmeye başlamadan önce bir iki büsküvi ile geçiştirdiğimiz kahvaltımızı yapmak için Belem’in meşhur pastanesi “Pasteis de Belem“e oturduk.

 

Şimdi kısaca bu pastanenin hikayesini anlatayım: 19. yy başlarında Jeronimos Manastırı’nın hemen yanında şeker kamışı fabrikası varmış. 1820’deki liberal devrim ile Portekiz’deki tüm manastırların kapatılmasına karar verilmiş ve 1834’te bu manastır da kapatılmış, tüm dinadamları ve çalışanlar işsiz kalmış. Bu sırada işsiz kalan dinadamlarından birisi bu tatlıları yapmaya başlamış, tarif ve lezzet hızlıca ünlenmiş, 1837’den bu zamana kadar da gizli tutulan tarif ile geleneksel yöntemlerle üretim devam ediyormuş.

Belem’e gelince Pasteis de Belem’de oturmak ve bu tatlı tartlardan yememek olmaz. Dışarıdaki kalabalık ve uzun sıra sizi yanlıtmasın, bekleyenler paket yaptırmak isteyenler. İçeriye girip birbiri ardına açılan odalar ve salonlarda oturabilirsiniz, hatta mutlaka oturun :)

İçerinin dekorasyonu da çok sevimli bence, mavi beyaz desenli seramikler, seramik tablolar, zaten çok severim, bu sebeple burayı da çok sevdim :)

scooterL5Kahve 1,50 €, minik Belem tatlısı  1,05 €.

Gelelim tartın lezzetine, dışı milföy hamuru, içi koyu bir muhallebi kıvamında, üzeri de kazandibi gibi. Lezzet güzel, ama harika ya da muhteşem değil, olsa yerim, yoksa aramam :)

Tatlı ve kahve molasının ardından sıra ilk önce Jeronimos Manastırında,  sonrasında ise Belem Kulesi /Torre de Belemndeydi.

scooterL6

Bu iki yapı da UNESCO Dünya Mirası listesinde. Jeronimos Manastırı” çok görkemli bir bina. Ünlü kaşif Vasco da Gama’nın Hindistan deniz yolunu keşfi şeferine yaptırılan manastırın dış cephesindeki taş işçiliği görülmeye değer. 1501 yılında inşaa edilmeye başlanmış ve inşaatı toplam 70 yıl sürmüş. İçine girmedik manastırın, uzun bir sıra vardı. Zaten bir süredir kilise ve manastırlara dış cepheden bakmak yetiyor bize..

scooterL7“Belem Kulesi” ise çok yüksek bir kule olmamasına rağmen, denizin içinde gibi, daha doğrusu nehrin içinde :) 1515 yılında inşa edilmiş olan ve satranç kalesi görünümündeki kule, keşifler çağını temsil ediyormuş. Kulenin içi gezilebiliyor, bence gezmeye gerek yok, biz gezmedik.

IMG_7556Sırada ise “Keşifler Anıtı / Padrao dos Descobrimentos” var. Bu anıt, 52 m yüksekliğinde ve gemiye benzer bir şekle sahip. Portekiz Prenslerinden biri olan “Gemici Henry / Henry the Navigator”nin 500. ölüm yıldönümünde 1960 yılında dikilmiş bu anıt.

scooterL9

Gemici Henry keşif amaçlı denize hiç açılmamış olsa da kaşiflere ve denizcilere büyük destek sağladığı için çok önemli bir şahsiyet.

Keşifler Anıtı’nı da gördükten sonra yavaş yavaş Belem’den ayrılmaya karar verdik. Vaktiniz olursa ve ilginizi çekerse, Belem’de yer alan “Museu Colecçao Berardo” yu gezebilirsiniz. Bu müze, Portekiz’in en büyük sanat kolleksiyonerlerinden Jose Berardo tarafından kurulmuş, içeride Picasso’dan Warhol’a, Miro’dan Lichtenstein’a kadar ünlü sanatçıların eserleri var ve giriş ücretsiz, aklınızda bulunsun..

Belem’den ayrıldıktan sonra 25 Nisan Köprüsü’nün ayağında, eski depoların cafe ve restoranlara dönüştürüldüğü ve bir de yat limanının yer aldığı “Doca de Santo Amaro“ya uğradık.

 

Tejo Nehri, 25 Nisan Köprüsü ve karşı kıyıda İsa heykeli manzarası ile yanyana restoranların sıralandığı limanı çok beğendik ve öğle yemeğini burada yemeğe karar verdik.

Restoranımızın adı “Tertulia de Tejo“. Menümüzde karışık salata (4,50 €), kızarmış morina balığı (15,95 €) ve karides (16,90 €) vardı. İçecekler ise küçük su (1,80 €) ve bira (2,60 €), kuver olarak zeytin, peynir, ekmek (7,20 €)

 

Genel olarak mekandan ve ortamdan çok memnun kaldık, keyifli bir mola ve yemek oldu bizim için, limana sıfır kenar bir masa bulursanız, kalan ekmeklerle balıkları da besleyebilirsiniz..

scooterL15

Yeri gelmişken, 25 Nisan Köprüsü/ Ponte 25 de Abrilnden ve İsa Heykeli‘nden bahsedeyim, San Francisco’daki Golden Gate Köprüsü’ne benzerliği ile bilinen 25 Nisan Köprüsü’nün ismi, 1974’teki devrime kadar Salazar Köprüsü‘ymüş. Devrimden sonra köprünün ismi, Salazar rejiminin devrildiği tarih olan 25 Nisan olarak değiştirilmiş. 1966 yılında yapılmış olan bu köprünün iki katlı olması ve alt katından tren geçiyor olması, bizim Boğaz köprüleri niye böyle değil sorusunu akıllara getiriyor.

scooterL16

Yemekten sonra, birkaç farklı yerde okuyup merak ettiğim LX Factory ye gidelim dedik. LX Factory Lizbon’un yaratıcı nabzının attığı merkez olarak tanımlanıyordu. 19. yy tekstil fabrikasından dönüştürülen atölyeler, sanat stüdyoları, galeriler ve tasarım mağazalarının yer aldığı bir yer olarak anlatılmıştı. 25 Nisan Köprüsü’ne de yakın olduğu için bir görelim burayı da dedik.

scooterL17

İtiraf etmeliyim ki Lizbon’da en çok arayıp, en zor bulduğumuz yerdir LX Factory. Burayı bulmaya çalışırken bir de polis maceramız oldu. Motorla giderken arkamızdan gelen bir siren sesiyle Allaallah polis bize mi siren çalıyor, sağa çekelim bari dedik ve durduk.

Polis bizi niye durdurmuş biliyor musunuz? Eşimin kaskının altındaki bağcık açıkmış !! Nasıl böyle motor kullanabilirmişiz ??? Bize ceza kesmek zorundaymış polis !! Motorun evraklarını istedi, ehliyet pasaport istedi verdik bizde. Sonra kalın bir kitap çıkardı, aradı buldu, kaskın bağcığını bağlamamanın cezası 120 €’ymuş.

İnsanın o an aklından Türkiye’deki kasksız motor sürücüleri, kaskı koluna geçirip süren sürücüler  ha bi de kaskı şapka gibi takanlar geçiyor.. Polise biraz dil döktü eşim; yapma etme, ne cezası, bizde o kadar para yok, 30 € var bunu versek falan.. Bir bakıma rüşvet teklif ettik de sayılabilir belki :) Yok dedi polis, olmaz. Pasaport ve ehliyet bizde kalsın, pazartesi parayı getirir evraklarını alırsın merkezden. Biz dedik yarın dönüyoruz, uçağımız var, yapma etme vs vs. Neden sonra ikna oldu polis, evraklarımızı verdi de rahat bir nefes aldık, ter içinde kalmamız da cabası :)   Bu olaydan çıkan sonuçlar:

  1. Kaskının bağcığı açık asla gezme
  2. Polis istedi diye pasaportunu verme, pasaportum yok otelde dersen, en azından ehliyeti kaptırırsın bir tek.
  3. Soğuk kanlılığını ve ısrarını koru, polisi ikna et, cezasız yoluna devam et :)

scooterL19

scooterL18Bu macera sonrası bulduk LX Factory’i de hiç de hayal ettiğim gibi bir yer çıkmadı açıkcası. Bir iki mobilya ve aksesuar mağazasına girip çıktık. Sonra da yolumuza devam ettik.

LX Factory hayal kırıklığı sonrası şehir merkezindeki “Ticaret Meydanı / Praça do Comercio“ya uğradık. Bu meydan trafiğe kapalı Rua Agusta Caddesi’nin Tejo nehri ile buluştuğu nokta. Adeta şehre giriş kapısı gibi görünen zafer takı ve 18. yy’dan kalan sıra sıra kemerler meydanı çevreliyor.

scooterL20Meydanın ortasında Dom Jose I’in bir heykeli yer alıyor, koca meydanda gölge olabilen tek yer heykeli çevreleyen merdivenler :)

Tavsiyem, meydan gezisini sabah erken ya da akşamüstü yapın, gerçekten çok sıcak oluyor. Fotoğrafı bile yamuk çekmişim sıcaktan :p

Ticaret Meydanı’ndan sonra ise şehrin doğusunda yer alan “Parque das Naçoes“i ve Avrupa’nın en uzun köprüsü olan “Vasco da Gama Köprüsü“nü görelim dedik.

Akvaryumu gezmeseniz bile etrafında dolaşın, çok güzel peyzaj ve su oyunları var, altından geçilebilen şelale de bunlardan biri, serinlemek isteyenler için ideal :)

 

Gelelim Vasco da Gama Köprüsüne.. 17,2 km uzunluğa sahip köprü, Expo zamanı yapılmış. Yer yer gemilerin geçişi için karaya yakın kısımlarında geniş açıklıklar var, köprünün orta kısımları ise nehir seyiyesine daha yakın.. Köprünün hemen yanında güzel ve keyifle vakit geçiren Lizbon’luların yer aldığı parklar var.

scooterL23

Motorsikletin verdiği keyif, kolaylık ve rahatlıkla şehrin en uç iki noktasını gezip gördük, sıra merkeze dönmekteydi. 7 tepeli şehir Lizbon’un tepelik yerlerine de motorla çıkalım da rahat edelim dedik, Alfama semtinden girdik ara sokaklara gezdik dolaştık motorla, kahverengi “Miradouro” tabelalarını takip ederek bir manzara noktasına vardık.

Miradouro manzara noktası demek, Lizbon’da birçok manzara noktası var. Tejo nehri, 25 Nisan köprüsü, tarihi şehir, kale derken bir de şehir 7 tepeli olunca manzara noktalarının doğması çok normal..

İlk durduğumuz manzara noktasının adı, Miradouro da Graça.

scooterL25

Bu noktada bir de cafe var, bir kahve ya da soğuk bir içecek için ideal :) Biz de biraz oturup manzaranın tadını çıkardık burda.

scooterL26

Bir manzara noktasından bir diğer manzara noktasına geçtik sonrasında Miradouro da Senhore do Monte. Bu manzara noktasının özelliği ise Lizbon’un en yüksek manzara noktası olmasına rağmen en az bilineni olmasıymış. Buradan da şehre baktıktan sonra sıra uzaktan gördüğümüz kaleye gitmekti.

scooterL27

scooterL28

scooterL29

 

Bu arada Lizbon’daki tuktuk‘lardan da bahsedeyim, yürümek istemeyen ya da o kadar yolu yürüyemeyecek olanlar için minik sevimli taksiler bunlar. Ama Tayland’dakiler gibi sanmayın, çok bakımlı ve şirin tuktuk’lar Lizbon’dakiler..

Bir kaç farklı  firma tarafından işletilen tuktuk turlarının saati 50-60  € civarında.

 “Castelo de Sao Jorge / Sao Jorge Kalesi”nin girişi 7,50 €’ydu. Biz içeriyi gezmeye gerek duymadık. Motoru parkedip bizdeki deyiş ile kaleiçi sokaklarında dolaştık.

Arka sokaklarda asılı çamaşırlar Lizbon’da göreceğiniz klasik görüntülerden :)

 

Alfama’nın ara sokaklarında motorla turladıktan sonra, eve dönmeden önceki son durağımız dönüş yolunda “Largo das Portas do Sol oldu. Burası da küçük bir meydan ve manzara noktası sayılabilir. Dinlenmek isteyenler için aynı isimde bir restoran da var.

scooterL34 Buraya çok yakın bir de “Se / Katedral” bulunuyor. Katedral, 1150 yılında, şehrin tekrar Hristiyan hakimiyetine geçişinden sonra cami temelleri üzerine inşaa edilmiş. Biz içerisine girmedik, merak edenler gezebilir..

scooterL35

Gezimizi bitirip, evimize döndük, akşam yemeği için hazırlandık.

Akşam yemeğini Fado eşliğinde yemeğe karar verdik. Alfama’da “Marques da Se“ye oturduk saat 21:00 civarında. Canlı fado için kişibaşı 12 € hesaba ekleniyor. Yemek alacart, yani ne yersen onu ödüyorsun.

scooterL38

Yemek olarak başlangıçlardan “shrimp loins fried with garlic (15 €)”, portuguese style mussels (15€) söyledik, ana yemek olarak ise “bacalhau lagarerio / cod grilled in olive oil with garlic” (21 €) içecek olarak ise soda (3,50 €) ve house wine (20 €). Hesaba ilave edilen kuver kişibaşı 4 €’ydu.

Balık yanında kabuklu patetes ve ıspanak ile servis edildi.  Karideslerin kabuğunun soyulmuş olması çok iyiydi :)

 

İlk önce genç bir kadın fado solistini dinledik sonrasında ise sırasıyla genç bir erkek, orta yaşlı bir kadın sahne aldı. Hepsi 4-5 şarkı söyledi. Fado sanatçıları mikrafon kullanmıyor ve sesleri o kadar güçlü ki mikrafona gerek yok zaten :)

Restoranın ortamı da çok güzeldi, taş kubbeli bir salondu. Fado performansı sırasında yemek servisi yapılmıyor ve ortamın ışıkları karartılıyor. İki gitarist hep aynı kaldı ama solist değişti.

Yemeğimizi yedikten sonra geceyi noktalamak için Barrio Alto‘ya gittik, sokaklarda dolaştık,  1 €’ya küçük bira aldık, sokaklarda oturup gelen geçeni izledik ve geceyi böylece bitirdik..

 

Merhaba Avrupa’nın En Batısı :) (portekiz 1)

THY’nin Atatürk Havalimanı’ndan sabah 7:30 seferi ile Lizbon’a uçtuk. İstanbul’dan Lizbon’a direkt uçmanın tek yolu THY. Uçuş yaklaşık 5 saat sürüyor. Avrupa’da başka bir şehirden aktarmalı da uçulabilir.  Biz sabah 7:30 uçağı ile gidiş, pazar 14:50 uçağı ile dönüş olacak şekilde iki kişi  toplam 846 € verdik uçak biletlerine.

Lizbon’a vardığımızda Türkiye saati 12:30 yerel saat ise 10:30 olmuştu. Pasaport kontrolünü tahminimizden hızlı geçtik. Sabah Türkiye’den çıkışımız daha uzun sürmüştü. Eşim hemen pasaport polisiyle futbol muhabbeti yaptı iki dakikada.. Erkekler ve futbol vazgeçilmez ve her daim sohbet konusu :)

lisbon1m2

Portekiz’deki ilk günümüzde planımız havalimanından alacağımız araba ile Lizbon’na yakın küçük kasabalardan Sintra ve Cascais‘i gezmek, bir de Avrupa kıtasının en batı noktası olan Cabo da Roca‘yı görmek vardı.

Planı bu şekilde yapmamızın asıl sebebi airbnb’den tuttuğumuz evi en erken saat 14:00’te girebiliyor olmamızdı. Valizleri metro istasyonundaki dolaplara kititlememiz gerekecekti vs. Bunun yerine havalimanından arabayla çıkarsak hem valizleri nereye bırakacağız derdinden kurtulacak hem de ilk gün yakın çevreyi gezecektik. Bu planı netleştirmemiz son dakikaya kalınca araç kirası da normalden pahalıya maloldu bize malesef :( Tek gün için ödediğimiz rakam benzin dahil 99 €.

Her ne kadar pasaport kontrolünden hızlı geçmiş olsak da Avis’teki sırada çok vakit kaybettik. Malesef yurtdışında araba kiralama işleri çok yavaş ilerliyor, görevlilerin azlığı ve yavaşlığı da süreyi iyice uzatıyor. Bizim gibi yoğun gezi programına sahip olanlar için zaman çok önemli oysa..Sonuç olarak havalimanından çıktığımızda saat 12:00 ye geliyordu :(

Havalimanından çıkıp sahil yoluna attık kendimizi, Tejo Nehri’ni aldık solumuza sahil yolundan devam ettik, güzergahımız aşağıdaki haritadaki gibiydi: Cascais, Cabo da Roca, Sintra ve Lizbon.

lisbon1m3

“Tejo Nehri / Rio Tejo”, İber yarımadasının en uzun nehri, nehir Atlantik Okyanusu’na dökülmeden önce oldukça genişliyor ve genişlediği bu kısımda da Lizbon yer alıyor. Şehir merkezi nehrin kuzeyinde kurulu, güney yakası ise  sanayileşmiş bir bölge.

Cascais

Havalimanı Cascais arası sahil yolundan 40 km.

Havalimanından sahil yolunu takip ettiğimizde, şehri de kabaca tanımış ve turlamış olduk. Sırasıyla sahilden Commercio Meydanı, 25 Nisan Köprüsü ve Belem’den geçtik.

Sahil yolu oldukça keyifli, bir tarafta Atlantik Okyanusu bir tarafta küçük küçük kasabalar var. Yol üstünde giderken sahil tarafında büyük bir kale göreceksiniz “Forte de São Julião da Barra”.

lisbon1m4

Bu kale, Portekiz’in en büyük deniz kalesiymiş ve en kapsamlı askeri savunma merkeziymiş. Kaleyi geçtikten bir süre sonra okyanusa biraz daha yakından bakmaya karar verdik ve yok kenarındaki otoparka bıraktık arabamızı.

Çok uzun olmasa da eni çok geniş bir kumsaldı burası.. Portekiz’de yaz sezonu açılmıştı çoktan :) birkaç büfe ve restoran vardı yol tarafında. Acaba denize girer miyiz, hayallah mayoları da almadık yanımıza diye düşünürken bir yandan ayakkabılarımızı çıkardık ve sahilde yürüdük.

lisbon1ms1

Okyanus suyu o kadar soğuktu ki zaten girmemiz mümkün değildi. En azından ayaklarımızı soktuk suya.. Zaten denizdeki insanlardan daha çok sahilde güneşlenen insanlar vardı.

lisbon1ms2

lisbon1ms3Yolda gelirken gördüğümüz arabasına sörfünü yüklemiş insanların bir kısmı çoktan sörf keyfine başlamıştı.

Kimi sörfçülerse dalgayı yakalamaya çalışıyordu…

lisbon1ms5

lisbon1ms4Yaklaşık yarım saat oyalandıktan sonra arabaya döndük ve öğle yemeğini Cascais’te yemeğe karar verdik.

Saat 13:30 gibi Cascais’e varmıştık. Arabayı parketmek için biraz eski şehrin içindeki dar ve tek yön sokaklarda dolandıktan sonra kapalı otoparka bıraktık.

Eskiden küçük bir balıkçı kasabasıyken, günümüzde popüler bir yazlık kasabasına dönüşen Cascais, oldukça şirin.

lisbon1m9

Şehrin merkezi zaten yayalaştırılmış durumda, kısa bir turdan sonra yemek yemek ve dinlenmek için saat 14:00 civarında “Praia da Rainha“daki restorana oturduk. Şehir merkezindeki bu küçük koy ve plaj biraz aşağıda kalıyor, birkaç basamakla iniliyor plaja.

İlk yemeğimizde, Portekiz’in geleneksel ve meşhur balığı Morina’da yapılan bir”Bacalhau“dan denemeye karar verdik. Morina balığı, bizdeki hamsi gibi bir çok farklı tarif ile pişiriliyormuş.

Menüde de üç farklı çeşit vardı, biz “Bacalhau Grelhado”yu (17,50 €) seçtik, bu patatesli ızgara morina balığıydı.. “Bacalhau a Bracarense” domates soslu ızgara morina balığı, “Bacalhau Gratinado” salamlı ve soğanlı ızgara morina balığı. Balığın yanına bir de kalamar söyledik: “Lulas a Romana” (13 €), içecek olarak ise fıçı bira (3,70 €).

Portekiz’de yemekten önce kuver (ekmek, tereyağ, peynir) servisi yapmak adetten. Menülerde de hep bir başlık olarak var kuver, istemezseniz geri gönderebilirsiniz ama biz yedik her seferinde, ilk yemeğimizde kuver kişi başı 2,10 €’ydu.

Yemekten sonra ara sokaklarda biraz daha gezindik, şehir merkezindeki diğer plaj olan “Praia da Ribeira“ya doğru yürüdük. Kasabanın bu kısmından kaleyi görmek mümkün. Kale bir zamanlar kraliyet ailesinin yazlık eviymiş, şu an ise “Pousada de Cascais” isimli lüks bir otele ev sahipliği yapıyormuş.

lisbon1m9Cascais’te de yaya yolları geleneksel Portekiz  tarzında, siyah beyaz taşlarla desenler yapılmış…. Bunun bir örneği de Rio sahili Copacabana’da.

Cascais’teki turumuzu tamamladıktan sonra bir sonraki durağımız olan Avrupa kıtasının en batı ucu Cabo da Roca’ya doğru yol almaya başladık.

Cabo da Roca

Cascais – Cabo da Roca arası sahil yolundan 20 km. Yol oldukça düzgün, tek şerit gidiş, tek şerit geliş olarak düzenlenmiş, tabii ki bir de bisiklet yolu var. Gördüğümüz kadarıyla bisiklet kullanımı burada da oldukça yaygın..

Çok rüzgarlı bir gün olduğunu da söylemek zorundayım, bir ara arabanın açık camlarından içeriye sahilden uçuşan kumlar girdi, ne kadar rüzgarlıydı artık siz düşünün..

Cabo da Roca tahmin ettiğimin aksine küçük bir köy ama kıyının biraz içerisinde kalıyor. En batı noktanın olduğu yerde bir deniz feneri, ne olduğunu anlamadığımız birkaç bina, otopark ve tanıtım & hediyelik eşya binasından oluşuyor.

Bu noktada falezler var, deniz seviyesinden yüksektesiniz.. Güzel bir park düzenlemişler, manzarayı seyredebileceğiniz, bir de tabii ki herkesin resim çektirdiği anıt var. 

lisbon1m14Tanıtım ofisinden 11,00 € karşılığında kıtanın en batı ucunu görmüştürsertifikası alabilirsiniz. Sertifikada yazanlar ise şu şekilde tercüme edilebilir.

Sertifikada yazanlar ise şu şekilde tercüme edilebilir.  “Bu sertifika, homemadetravels’ın Roca Burnu, Sintra-Portekiz’e; Avrupa kıtasının en batı noktasına, “karanın bitip denizin başladığı topraklara”, inanç ve macera ruhuyla, Portekiz gemilerinin, yeni dünyalar aramak için yola çıktığı noktaya gelmiş olduğunu belgelemektedir.

Elimizde sertifikamız arabamıza atlayıp Sintra’ya doğru devam ettik.

Sintra

Cabo da Roca – Sintra arası 20 km.   Sintra, tüm Lizbon gezilerinde günübirlik gidilip görülmesi gereken yerler listesinin başında yer alıyor. Biz aynı güne birkaç yer görme telaşında olduğumuzdan, Sintra’ya hakettiği vakti ayıramadık mı acaba diye düşünmeden edemiyorum, bir iki saatimiz daha olsaydı keşke…

Sintra şehir merkezi, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Yeşil bir tepelik arazi üzerine kurulmuş olan Sintra küçük şirin bir merkeze sahip.

Sintra’ya vardığımızda kalabalığın etkisiyle Ulusal Saray’a doğru giden yolda trafik oluşmuştu. Biz de ilk önce arabayı bir yere parkedelim de yürüyerek gezelim dedik, biraz turladıktan sonra neyseki bir yer bulduk ve gezimize yaya olarak devam ettik.

Biraz acıkmış, biraz da yorulmuştuk. Bir cafenin önünden geçtik, sonra baktık bir süre daha oturacak bir yer yok geri döndük ve kahve molası verdik, hem biraz enerji toplamak hem de biraz dinlenmek gerekiyordu.

Mola verdiğimiz cafe, aslında Lonely Planet kitabının da bize önerdiği bir cafeymiş “Queijadas da Sapa” 

lisbon1m15

DSC_4462

 

1756 yılından beri faaliyette olan şirin küçük bir cafe. Dışarıdaki iki üç masada yer bulamazsanız, içeriye girin ve küçük gizli salonu bulun :)

Pencereden Ulusal Saray manzarasına bakarak kahvelerinizi yudumlayın. Yanında bir de küçük Portekiz usulü tatlı tartlarınızı yiyin mutlaka. Bu tartların  yerel ismi “queijada“. Not almamışım ama yalnış hatırlamıyorsam kahveler 2,00 €, minik queijada’lar ise 0,85 € .

lisbon1m16Kahve molasının ardından, “Ulusal Saray /Palacio Nacional de Sintra” ya doğru yürüdük. Günümüzde müze olarak ziyaretçilere açılmış olan Ulusal Saray, konik iki bacasıyla orijinal bir dış görünüme sahip.

lisbon1m17 lisbon1m18Sintra’nın arka sokaklarında biraz dolaştık, hediyelik eşya mağazalarına girip çıktık.

lisbon1m19Mantar’dan yapılan hediyelik eşyalarda sınır yok.. Çantalardan ayakkabılara kadar farklı ürünün mantardan yapılmış versiyonları bulunuyor. Ayrıca kartpostallar ve kitap ayraçları da mantardan yapılmış…

lisbon1m20

 

Portekiz’in meşhur vişne likörü olan “Ginjinha“yı da ilk kez tattık. Küçük çikolatadan shot bardaklarında ginjinha 1 € . Dükkandan elimiz boş çıkmadık, bir şişe likör bir de 10’lu çikolata shot bardağı 14 €.

Saat 18:00 olmuştu ve bizim saat 19:00’de Lizbon’da üç gece konaklayacağımız ev sahibi ile buluşmamız gerekiyordu. Yavaş yavaş dönüşe geçtik.

lisbon1m22Sintra gezimizde “Pena Sarayı” nı uzaktan görebildik malesef :( Dağın tepesine oturtulmuş bu masalsı sarayı yakından görmeyi isterdim ama orayı da görelim, buraya da uğrayalım derken vaktimiz yetmedi. Sizinle birkaç resim paylaşayım da nasıl bir yer olduğunu görün :)

Lizbon

Sintra – Lizbon arası 30 km. Yaklaşık yarım saat sonra Lizbon merkezindeydik. Evimizi pocket guide’ın rehberliğinde çok kaybolmadan bulduk. Tepeler üzerine kurulu Lizbon’da dar sokaklar ve tek yönler sebebiyle aslında çok yakın olduğunuz bazı yerlere ulaşmanız tahmininizden fazla vakit alabilir benden söylemesi.

Evimizi bulduk, şans eseri çok yakında bir kapalı otopark vardı, arabayı da oraya bıraktık ve ev sahibimiz ile buluştuk.

Bu seyahatimizde ilk defa “airbnb” kullanarak bir yer seçtik konaklamak için. Otele göre oldukça hesaplı bir alternatif olan ev/oda kiralama seçeneğinden çok da memnun kaldık açıkcası. Arama yaparken ister bir evde oda, isterseniz de dairenin tamamını seçebiliyorsunuz. Biz de Lizbon merkezinde Chiadao’da Lago  do Carmo meydanında bir ev bulduk ve 3 gece için toplam 192 € ödedik. Evimizi merak edenler tıklayın lütfen :)

Kaldığımız evin tek dezavantajı apartmanın girişinin kötü olmasıydı. Biraz bakımsız ve terkedilmiş görünümü var, ilk izlenim için biraz “nereye geldik ??” sorusunun aklınızdan geçmesine sebep. 4. kattaydık, ve minicik bir balkonumuz vardı ve harika bir Lizbon manzaramız :)

lisbon1m23

Evde kalma fikrini sevdik çünkü, otel odasına sıkışmak zorunda değildik, ister salon, ister mutfakta vakit geçirebilidik, kahvemizi yaptık, ekmeklerimizi kızarttık kahvaltıda. Çok merkezi bir noktada olduğumuz için çok rahat ettik, her yere yürüdük. Bundan sonraki seyahatlerimizde daha sık airbnb kullanacağımız kesin :)

Eve yerleşip biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için çıktık.

Yemek için Barrio Alto’ya çok yakın, “Restaurante Cabaças“ı seçtik. Bu restoran taşta pişen etleriyle ünlü.

Oldukça küçük ve lokal görünen restoranın kapasitesi yaklaşık 40 kişi. Çoğu 6 kişilik masalardan oluşuyor. İki – iki tanımadığınız diğer dört kişiyle aynı masayı paylaşmak zorunda kalmanız çok büyük bir olasılık.. Bizde böyle bir masada ortada oturan çift olduk :)

lisbon1m24lisbon1m25

 

Menüye bir göz attıktan sonra başlangıçlardan küçük salata (7,50 €) ve yemek olarak chouriço 9 “picanha on the stone” (9,50 €) ve bira (3,50 €) söyledik. Kuverlerin bir kısmını geri gönderdik bu sefer, sadece ekmek ile yetindik, kişi başı 0,30 €.

lisbon1m26

lisbon1m27Yemek gerçekten de harikaydı, ahşap bir tepsi içinde çok sıcak bir taş yanında üç ince dilim et, kristal tuz ve iki farklı sos geldi. Haydi bakalım herkes etini kendi pişirsin istediği kadar :) Bu noktada taşın üzerine ekmek ve soğan koyarak başladık :) Ne de olsa mangal seven Türkleriz :))

Taş o kadar sıcak ki, eti koyduğunuz an dumanlar yükselmeye başlıyor, mekanın ara sıra duman altı olması da bu yüzden..

Lizbon’daki ilk akşam yemeğimizden çok keyif aldık, herkese tavsiye ederim, güzel bir deneyim, güzel bir lezzet :)

Yemekten sonra Barrio Alto sokaklarını keşfe çıktık. Biraz turladık sokakları ve içeriden fado sesleri yükselen küçük fado club‘e oturduk.

5604931180524Bu noktada yeri gelmişken biraz Fado’dan bahsetmek gerek. Fado, Portekiz halk müziği, bana göre Portekiz türküsü :)

Okyanusun kıyısında yer alan bir ülke olan Portekiz’de haliyle balıkçılar, kaşifler ve denizcilerin yoğun olduğu bir erkek nüfus var. Denize açılan sevgililer ve eşler ardından hasretle yakılan ağıtlar fado’nun temelini oluşturuyor, bu nedenle oldukça hüzünlü ve duygulu bir tarzı var.

Küçük biranın sadece 2 € olduğu, Rua da Atalaia’da yer alan bu sevimli barda tavana asılmış kuşlar çok güzel görünüyordu. 

lisbon1m28lisbon1m29

Sonradan garsondan öğrendik ki, dinlediğimiz fado sanatçısı “Joana Amendoeria aslında meşhur bir sanatçıymış, 7-8 tane albümü varmış. Büyük konserlerden ve kalabalıklardan sıkıldığı için arasıra bu küçük club’te sahne alıyormuş. Şansa bak, daha ilk akşamdan iyi bir fado’cu bulduk :)

lisbon1m30 lisbon1m31

İki gitarın eşlik ettiği Joana, bir şarkı sonra ara verdi. Fado söylenirken, herkes çok sessiz ve dikkatli ortam da oldukça loştu. Fado’nun bitmesiyle, ışıklar biraz açıldı, sohbet sesleri yükselmeye başladı.

Aranın ardından sahneye başka sanatçılar çıktı. O sırada Joana başka bir mekanda fado söylemeye gitmiş. Mekanda aynı zamanda cd’leri de satılıyordu.

Günün yorgunluğu ve uykusuzluk ağır basmaya başlayınca Joana’nın tekrar sahneye çıkmasını bekleyemeden evimizin yolunu tuttuk..

Lizbon’u gezmeye devam için sonraki sayfaya :)

Nice’e Veda…

Cote d’Azur’daki son günümüzü Nice’e ayırdık, şehri gezmek için yarım günümüz vardı, İstanbul’a dönüş uçağımız 14:50’deydi.

Otelden çıkış yapıp eşyalarımızı arabaya attıktan sonra, yürüyerek Massena Meydanına vardık.

Massena Meydanı şehrin ana meydanı.. Aslında Paillon Nehri’nin ıslah edilip üzerinin kapatılmasıyla oluşturulmuş. 

cda4_2

Meydandaki İtalyan tarzı sağlı sollu binalar hemen dikkat çekiyor. Bu binalardan biri Galeri Lafayette‘e ev sahipliği yapıyor.

Meydanda yer alan direklerin üzerinde insan heykelleri var geceleri farklı renklerle aydınlatılan, değişik bir tasarım olmuş. Heykellerin üzerine kuşlar konunca komik bir fotoğraf karesi yakalayabilirsiniz :)

Meydanda yerde fıskiyelerin olduğu bir bölüm ve meydanın sağında ve solunda devam eden parklar var.

cda4_3

Meydandan Cours Saleyaya gittik, ilk hedef tabii ki de kahvaltıydı. Kahvaltı için Le Floreye oturduk. Hava yine mis gibiydi, güneşlenerek kahvaltı yaptık. Kahvaltı menüsünde, “petit dejeuner français” (8 €) ve “breakfast in america” (10 €) olmak üzere iki alternatif vardı. İkisinin birbirinden farkı, birinde sahanda yumurta olmasıydı.

Kahvaltının ardından sadece pazartesi günlerine özel kurulan antika pazarını gezdik.  Antika pazarında aklınıza gelebilecek ne kadar ıvır zıvır varsa hepsi satılıyordu.

Cours Saleya’nın bittiği noktadan eski şehrin ara sokaklara daldık.

Tam da Cours Saleya’dan döndüğümüz ilk sokakta öyle bir mağaza vardı ki bahsetmeden geçemeyeceğim.. Transparence ..Önce vitrinden alamadık kendimizi.. Sonra da içeride kaç dakika oyalandık bilmiyorum.

Pleksiglastan yapılan oldukça orijinal süs eşyaları ile karşı karşıyaydık, bu mağazayı o kadar çok beğendik ki elimiz boş çıkamadık, en ucuzundan deniz temalı bir küp seçtik, nakit ödeyince 5€ indirim aldık ve 25€ ödedik.

Yolunuz Nice’e düşerse mutlaka ve mutlaka uğrayın bu mağazaya..

Eski şehrin ara sokaklarındaki turumuzun ardından sahile çıktık,  Parc du Chateauya çıkan asansörün olduğu kısma yürüdük.  Oldukça eski bir asansör en üst noktaya kadar çıkarıyor sizi, ücretsiz olarak.

cda4_4

Yukarıdaki manzara, sahilden eski kente ve yeni yerleşimlere kadar keyifli bir Nice panaroması sunuyor. Eski kalenin kalıntılarının olduğu bu yeşiller içindeki park piknik için oldukça ideal.

Manzaraya doyduktan sonra aşağıya tekrar asansörle indik ve Promenade des Anglaisten yürüdük. Sahildeki bu keyifli yol, İngiliz kolonisi tarafından 1822 yılında yaptırılmış, bu nedenle de İngiliz Sahilyolu olarak adlandırılmış. Turistler için olduğu kadar Fransızlar için de yürüyüş yapmak, gezinmek ve dinlenmek için çok tercih ediliyor.  (bakınız yan resimdeki pembeli amca :))

Uçak saatimiz yaklaşmaya başlarken Massena Meydanı’ndan geçerek Nice Etoile Alışveriş Merkezi’ne da bağlantısı olan otoparktan arabamızı aldık. Sahil yolundan havaalanına doğru yolaldık. Böylece çok keyifli yaza merhaba dediğimiz tatilimizin sponuna gelmiş olduk …

Tatilin sonunda Cote d’Azur’u tek kelimeyle özetlemem gerekirse bence en uygun kelime “Retro” yani geçmişe ait, geçmişe dair.. İç kısımda yer alan kasabaların sanatsal bir boyutu, sahil kesiminin ise şöhret/ün boyutu var. Çok ünlü sanatçılara, sinema yıldızlarına yıllardır ev sahipliği yapıyor Fransız Rivierası. Mutlaka görülmesi gereken kıyılar :)

Gelelim işin maliyet boyutuna; 4 günlük bu tatil bize toplam 980 €’ya maloldu, bu rakamın 380 €’su otel ve uçak, 600 €’su ise diğer harcamalarımız (yemek, hediyelik eşyalar, otopark, araba, benzin, biletli girişler vs.)

Nice’den Sanremo’ya..

Pazar günü için planımız, Nice’den yola çıkıp, bu sefer Cote d’Azur’un doğu kısmını gezmek, Monoco’yu görmek, hatta İtalya sınırını geçip Sanremo’ya kadar gitmekti.

Gün içindeki rotamız harita üzerinde şu şekildeydi:

cda3_2

Kahvaltı yapmadan otelden çıktık, arabamızı otoparktan aldık 9:30 civarında, akşam 20:30 sabah 9:30 arası için otoparka ödediğimiz rakam 12,90 €.

Cours Saleya‘ya yakın bir başka otoparka parkettik. Özellikle sabah Cours Saleya’ya uğramak istememizin sebebi, salıdan pazara burada kurulan çiçek pazarıydı. Pazar günleri 13:30’a kadar açık olan çiçek pazarı tabii ki Nice’de görülmesi gereken yerlerden. Mevsim bahara yakın olunca, güneşli bir havada rengarenk çiçeklerin arasında dolaşmak “keyif” sözcüğü ile tanımlanabilir sadece..

cda3_3

Kahvaltımızı Cours Saleya’da yer alan “Le Coin Quotidien” de yaptık. Menüden bir continental kahvaltı (9,70 €) bir de perdu (7,90 €) seçtik. Continental kahvaltının içinde, portakal suyu, kruvasan, ekmek çeşitleri, terayağ, reçel ve çay/kahve vardı. Perdu ise french tost ve çay/kahveden oluşuyordu. Güneşin altında ısınarak keyifli bir kahvaltı yaptık.

Kahvaltıdan sonra çiçek pazarını dolaştık. Çiçekler dışında şekerlemelerin ve meyvelerin de satıldığı pazar oldukça düzenli. Meyvelere dayanamadık, birer kap çilek ve böğürtlen aldık yolluk :)

Saat 11:00’e doğru Nice’den ayrıldık. ilk durağımız Villefranche sur-Mer’di.

Villefranche sur-Mer  

Villefranche sur-Mer Nice sadece 7 km uzaklıkta, Fransız Rivierası’nın en güzel kasabalarından birisi. Cap Ferrat yarımadasının oluşturduğu harika bir koya sahip.

cda3_4

Villefranche’nin limanı, Nice limanının aksine cruise gemilerinin demirleyebileceği derinliğe sahip olduğundan, tüm cruise’lar buraya demirliyormuş.

Kasabanın sahil yolundan tüm koyu dolaştık. Sahil yolunun bittiği noktada yol boyunca otopark ve plajlar yer alıyor. Henüz sezon açılmadığından otoparka giriş ücretsiz. Biz de bu otopark kısmından geçip, yolun sonuna kadar gittik.

Sahilde piknik yapanlar, güneşlenenler hatta denize girenler bile vardı. Fotoğraf molasının ardından bu güzel kasabayı geride bırakıp Cap Ferrat’a doğru devam ettik.

Cap Ferrat

Cap Ferrat (Ferrat Burnu) yarımadası Cote d’Azur’un en lüks ve pahalı villalarının yer aldığı önemli yerlerden biri, özellikle “güzel dönem”i (belle epoque) yansıtan villalar yer alıyor. Buradaki bazı villalar günümüzde müze-ev statüsünde ve gezilebiliyor. Biz de “Villa Ephrussi de Rothschild“i gezdik.

Villefranche’den yaklaşık 4 km mesafede yer alan Ephrussi de Rothschild villasını ve bahçelerini gezmek için kişibaşı 13 € ödemek gerekiyor.

cda3_5

Bu villa, Beatrice Ephrussi de Rothschild için 1905-1912 yılları arasında inşaa edilmiş. Beatrice döneminin önemli bankacılarından ve sanat kolleksiyonerlerinden Baron Alphonse de Rothschild’in kızı.

Kötü bir evlilikten sonra eşinden boşanan Beatrice babasının ölümünün ardından yüklü miktarda bir mirasın sahibi olmuş ve bu villayı yaptırmaya karar vermiş. 1912’den ölümüne kadar bu villayı kışları kullanmış. Yarımadanın dar ve yüksek bir noktasına inşaa edilen pembe villanın hem doğu hem de batı tarafından manzarası harika.

Villanın içini gezmek küçük bir sarayı gezmek gibi, dönemini yantısan şekilde dekore edilmiş villada, lüks mobilyalar, objeler, halılar, porselen kolleksiyonu ve sanatsever Beatrice’in resim kolleksiyonunu göreceksiniz.

Girişte verilen sesli rehber ile villanın detayları ve Beatrice’in hayatı ile ilgili detaylı bilgi edinebilirsiniz.

Villa Ephrussi de Rothschild’den bahsetmişken villanın tematik bahçelerinden bahsetmeden geçmek olmaz. 9 ayrı temaya sahip bahçeler; İspanyol, Floransa, Taş, Japon, Egzotik, Gül, Provans, Fransız ve Sevres (Fransız porseleni) bahçeleri olarak adlandırılmış.

cda3_6

Bahçeler yürüme yolları ile birbirine bağlanmış, zaman zaman ufak doğal havuzlar ve şelaleler tasarlanmış. Bahçeler içerisinde gezerken, manzara noktaları da var elbette.

Fransız bahçesinde yer alan havuzdaki fıskiyelerin 20 dakikada bir müzik eşliğinde dansettiğini de hatırlatmak isterim.

Vaktimiz kısıtlı olduğundan villanın içini ve bahçeleri hızlıca gezdikten sonra fazla oyalanmadan yola koyulduk. Sıradaki durağımız Eze’ydi ancak giriş sapağını kaçırınca Monaco’ya doğru devam ettik, yaklaşık 18 km sonra Monaco’daydık.

Monaco

Sadece 1,9 km2’lik yüzölçümüne sahip Monaco, New York’ta yer alan Central Park’tan daha küçük bir alanı kaplıyor. Bu nedenle dünyanın Vatikan’dan sonra en küçük ülkesi ünvanını da elinde bulunduruyor.

cda3_7

1297 yılında Grimaldi ailesinin bu toprakları ele geçirmesinden bugüne Grimaldi ailesi tarafından yönetilen Monaco, bir dönem Fransa egemenliği altına girmiş, II Dünya Savaşı sırasında Nazi orduları tarafından işgal edilmiş olsa da günümüzde Prens’lik ile yönetilen bir şehir devlet.

Monaco, Avrupa Birliği’ne üye olmamasına rağmen, sınır geçiş formalitelerini uygulamıyor ve para birimi olarak Euro kullanıyor.

Bence Monaco’lu olmak çok ilginç bir his olmalı, zira bu küçük ülkenin nüfusunun sadece %22’si civarında Monaco’lu varmış, diğer insanlar çoğunlukla Fransız, İtalyan ve İngiliz’miş.

Arazinin kısıtlı olması Monaco’yu üstüste bir ülke yapmış, heryeri gökdelenler kaplamış. Bu hali ile bende beğeni uyandırdığını malesef söyleyemeyeceğim.. Bazı yollar binaların altından geçiyor.. Denizi doldurarak arazi yaratmaya çalıştıklarını söylememe bilmiyorum gerek var mı?

Monaco denince akla ilk gelen yer aslında Monte Carlo kumarhanesi ve lüks arabalar, bir de Formula 1 Monaco Grandprix’i.

Monaco sokaklarında biraz arabayla turladıktan sonra Monte Carlo kumarhanesinin olduğu bölgede bir otoparka parkettik ve bu kumarhane meydanına yürüdük.

Monte Carlo kumarhanesinin tarihi 1863 yılına kadar gidiyormuş. III. Charles tarafından kurulan kumarhane, o kadar başarılı bir işletmeye dönüşmüş ki, 1870’ten sonra halktan vergi toplanmasına gerek kalmamış. Günümüzde halen Monaco’lular vergi ödemiyorlarmış !!!

Monaco’ya gelip de bu lüks meydanda oturmamak olmaz diyerek meydana bakan Cafe de Parise oturduk. Şansımıza hem de birinci sırada yer bulduk. Dış alanda sadece içecek ve tatlı servisi yapılıyormuş, iç kısımda ise yemek. Karnımız acıkmıştı ama iç kısma oturmak da hiç istemiyorduk. Garsona sorunca sadece klüp sandviç var yiyecek olarak dedi, tamam hayalimizdeki öğle yemeği bu değildi ama hava o kadar güzeldi ki kapalı kısımda oturmayı hiç istemedik. Sandviçlerin yanına iki de bira söyledik ve gelen geçeni izlemeye başladık.

Bir süre sonra önümüzden geçen Ferrari’leri saymaz oldum. Casino’nun önünde park halinde duran arabalar ise lüks bir oto galeriden farksızdı Ferrari, Porche, Bentley ve diğerleri…

Cafe de Paris’te geçirdiğimiz vakit o kadar keyifliydi ki sonunda ödediğimiz hesap bile keyfimizi kaçırmadı, özellikle TL’ye çevirince dünyanın en pahalı birası (15 €) ve sandviçini (17 €) yemiş olabiliriz !!

Sırada tabii ki casinonun içini gezmek vardı. İlk girişte yer alan salonda otomatik makinalar var, sonrasında ise rulet masaları. Bu kısımlar herkese açık, ancak diğer salonlar sadece belirli bir miktar üzerinde para harcamayı göze almış kumarbazlara özel. İçeriye girerken çantalarınızı ve fotoğraf makinalarınızı vestiyere bırakmanız gerek, içeride fotoğraf çekmek yasak.

Benim de eşimin de kumarhane kültürümüz olmadığından bizim için turistik bir tur oldu kumarhanenin içini görmek.

Casino binasının etrafında dolaşıp deniz tarafına geçtik, buradaki bahçelerin arasında bir tur attıktan sonra Monaco’dan ayrılma vaktinin geldiğine karar verdik.

Ventimiglia

Monaco’dan yaklaşık 10 km sonra Fransa sınırının son kasabası olan Menton var, ufak şirin bir kasaba, burada durmadan yolumuza devam ettik.

Menton’dan 11 km sonra İtalya’nın ilk yerleşimi olan Ventimiglia‘ya vardık. Şehri ikiye ayıran Roia Nehri, aslında eski şehir ve yeni şehri de fiziksel olarak birbirinden ayırmış.

cda3_8

Nehrin batısındaki tepeye kurulmuş olan eski şehir aşağıdan güzel ve tipik bir İtalyan ortaçağ kasabası panaroması sunuyor: Solan renkli cepheler ve yeşil panjurlar :)

Eski şehrin olduğu kısıma doğru gittik ve arabayı parketip sokaklarda dolaştık. Eski şehir tarihi turistik bir yerden çok insanların yaşadığı ve günlük hayatın devam ettiği bir yer izlemini yarattı bizde. Sokakların bazılarında yenileme çalışmaları sürse de genel anlamda eski şehrin bakımsız olduğunu da söylemek zorundayım.

Sokaklarda yüksek ses tonuyla birbirleriyle konuşan İtalyan’lar, sınırı geçip ülke değiştirdiğimizin en büyük kanıtıydı :) Seviyorum bu milleti :)

Nehrin doğusunda sahil şeridinde kurulan, daha bakımlı ve düzenli olan yeni şehri sahil yolundan transit geçerek günün son durağı olan Sanremo’ya doğru devam ettik.

Senremo

Sanremo‘ya kadar gitsek mi diye bir tereddüt yaşadık ama Ventimiglia – Sanremo arası yaklaşık 17 km olunca devam edip burayı da görmeye karar verdik.

Orijinal gezi planında Sanremo belirsiz olunca araştırmadan gezdik bu şehri. Bu küçük İtalyan şehrinin tarihinde bazı önemli olaylar olmuş, döndükten sonra seyahat yazılarımı tamamlarken öğrendim. Kısaca paylaşayım da tarih bilgilerimiz pekişsin :)

cda3_9

Sanremo I. Dünya Savaşı’ndan sonra 1920’de Osmanlı topraklarının paylaşılması ve Osmanlı ile yapılacak Sevr Antlaşması’nın şartlarının hazırlanması için yapılan milletlerarası Sanremo Konferansı’na ev sahipliği yapmış. Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı VI. Mehmet Vahdettin ve ailenin diğer üyeleri Cumhuriyet’in kurulmasıyla sürgüne Sanremo’ya gönderilmiş.

Sanremo’da Piazza Cristoforo Colomboda arabamızı otoparka bırakıp, şehirde biraz yürüyüş yapmaya karar verdik.

Şansımıza meydanda hediyelik eşyalar,  antikalar, çiçekler ve diğer şeylerin satıldığı bir pazar kurulmuştu. Pazarı hızlıca dolaştıktan sonra trafiğe kapalı olan Corso Giacomo Matteotti caddesinde yürüdük. Bu cadde oldukça canlı ve kalabalıktı.

Caddenin sonunda görkemli binasıyla Sanremo Casinosu yer alıyordu. Günün yorgunluğu üzerimize çökmeye başlarken, caddede yer alan kafelerden birinde bir kahve molası verdik, americano 2,5 €. Molanın ardından aynı caddeden gezerek Cristoforo Colombo meydanına döndük.

Meydana bakan bir dondurmacı pembe tabelesıyla sizin de dikkatinizden kaçmayacaktır: Gelateria Lollipop

İtalya sınırlarından bir İtalyan dorduması yemeden ayrılmak olmazdı. Dondurmamızı alıp, dönüş yoluna çıktık.

Genel olarak Cote d’Azur sahil yolunda sık sık yerleşim olduğu için kırmızı ışıklar ve yaya geçitleriyle durmak zorunda kalacağınızdan km olarak kısa görünen mesafeler tahmin edeceğinizden uzun sürecek benden söylemesi.

Dönüş yolunda hava kararmaya başlayınca Eze’ye dönüşte uğrarız düşüncesi yalan oldu malesef, Nice’e daha hızlı varmak için Monaco’dan sonra otoyola çıktık. Saat 20:00 civarı Nice’e vardık.

Akşam yemeğine Nice’deyiz..

Arabamızı otelin hemen yakınındaki otoparka bırakıp, hızlıca akşam yemeği için hazırlandık ve bir gece önce çok keyif aldığımız Cours Saleya’ya gittik. Günlerden pazar olunca bir önceki gecenin kalabalığı yoktu.

Bir iki tur attıktan sonra yemek için Chez Freddyi seçtik. Cote d’Azur’daki son yemeğimizde menümüzde; “mussels marinieres/soslu haşlama midye” (15,90 €), “prawns with garlic and spicy sauce/sarımsaklı ve baharatlı karides” (17,50 €), “aioli 3 fish/3 balıklı aioli” (24,90 €).

Aioli; Nice mutfağına özgü bir yemek, denemek istedik bizde. Balık ve çeşitli sebzeler buharda pişirilerek hazırlanıyor, yemeğin yanında sarımsaklı sos ile servis ediliyor. Oldukça sağlıklı bir yemek, bir iki başlangıçtan sonra iki kişi paylaşılabilir.

Yemeğin ardından birşeyler içmek için nereye gitsek diye dolanırken, bir önceki akşam yemek yediğimiz mekanın Türk dostu garsonu ile karşılaştık, bizi restoranın sahibinin oğlunun yeni açtığı bir pub’a yönlendirdi. Hatta bizi iyi ağırlamaları için bir not yazıp elimize verdi. Nerde Fransız burnu büyüklüğü, soğukluğu? eser yok !!

Elimizde notumuz, tarifi takip edip bulduk mekanı. Herhalde günlerden pazar olunca ve pek müşteri olmayınca erken kapatmış diyerek yol üzerinde gördüğümüz bir başka bara oturduk.

Madem yemekte Fransa’ya özgü bir tat denemiştik, son içkilerde Fransız olsun diyerek “pastis” (8 €) söyledi eşim. Bense bari en azından değişik bir bira deniyeyim dedim ve menüden “monaco” isimli bir bira ( 7 €) seçtim.

İçkiler masamıza geldiğinde ufak çaplı bir şaşkınlık geçirdim. Biram kırmızı renkliydi ve tadının birayla ilgisi yoktu. Soda ile tatlı bir meyvesuyunun karışımı gazlı bir içecekti. Dayanamayım google’a sordum. Meğerse Monaco biralı bir koktelymiş, içerisinde bira, soda ve narsuyu olan. Çok sevemedim Monaco’yu, hepsini de bitiremedim.

Otelimize dönüş yolunda garsonun yazdığı notun arkasına “geldik, sizi bulamadık artık bir daha ki sefere” yazıp kapının altından attık. Kimbilir kim buldu notumuzu :)

Cannes’dan St-Tropez’e..

Cumartesi sabah otelden kahvaltı yapmadan çıkış yaptık. Planımız, kahvaltımızı Cannes’da yaptıktan sonra gündüz gözüyle Cannes’ı dolaşıp, sonrasında Mougins ve Grasse kasabalarını gezdikten sonra sahile inip Port Grimaud’u ve St-Tropez’i gezmekti.

Gün içindeki rotamız harita üzerinde şu şekildeydi.

cda2_2

Cannes

Hepimizin festivallerden tanıdığı kırmızı halısıyla ünlü Cannes’a giderken sabah yine Cap d’Antibes’den dolaştık. Bir önceki gece gördüğümüz lüks villaları bu sefer de gündüz gözüyle yol boyunca görmüş olduk.

Antibes Cannes arası yarımadayı dolaşan bu uzun yol ile yaklaşık 17 km. Arabayı sahilde yer alan kapalı otoparka parkettikten sonra Cannes’ın meşhur sahilde yer alan bulvarı “La Croisette” yürümeye başladık. Palimiye ağaçları ile süslü bu sahil yolunun bir tarafında plaj diğer tarafında ise lüks butikler ve oteller yer alıyor.

cda2_3

Sahilde yer alan “Carlton Intercontinental” olarak bilinen binadan bahsetmemek olmaz. Art deco mimarinin bir örneği olan bu binanın ikiz kubbeleri için rehber kitaplarda bir hikaye var ki, zaten başka kaynaklardan okuyacağınız için burada bahsetmeyeceğim :)

Kahvaltı için sahilde yer alan ve mevsim itibariyle yeni yeni açılan cafe/restoranlardan birini seçtik Plage La Geoland. En güneşlisinden bir masaya oturduk ve fırından yeni çıkmış sıcacık kruvasanlarımız eşliğinde kahvelerimizi yudumladık.

Bir yandan güneşin tadını çıkarırken, diğer yandan plajdaki şezlong ve şemsiyelerin düzenli bir şekilde dizilmesi ve kumun elenerek temizlenmesini izledik. Eminim yazın ortasında sahilde boş bir şezlong bulmak imkansız hale geliyordur.

Kahvaltıdan sonra La Croisette’den yürüyerek meşhur Palais des Festivalese geldik. Birçok fuara ve festivale ev sahipliği yapan bu bina tabii ki Cannes Film Festivali‘ne de ev sahipliği yapıyor. Binanın hemen yanındaki parkta bazı ünlü sanatçıların el izlerini görmek mümkün. Bir de tabii ki kırmızı halıyı..

Bir yandan yeni biten MIPIM fuarının toplanması işleri devam ettiğinden, kırmızı halının yanına kadar gidemedik ama zaten üzerinde film yıldızları yokken kırmızı halı da herhangi bir kırmızı halı kadar ilgi çekici..

cda2_4

“Vieux Port” yani eski limana bakan “Lord Brougham Meydanı”nda bir pazar kurulmuştu, antikalardan yerel ürünlere bu sevimli pazarı hızlıca dolaştıktan sonra Cannes’ın en eski yerleşimi olanLe Suquete doğru yürümeye başladık.

Otobüs duraklarına bakan binadaki sokak resmine dikkat etmeden geçmeyin. Cinema Cannes isimli bu resimde birçok önemli Hollywood filminden kareler olduğunu göreceksiniz.. Titanic, Star Wars, Charlie Chaplin, Mickey Mouse karakterlerini bu duvarda görünce hemen tanıyacaksınız..

Le Suquet‘in dar ve yokuşlu kimi zaman merdivenli sokakları var. Yer yer yönlendirme tabelaları göreceksiniz, dilerseniz bunları takip edin, dilerseniz eski Cannes’ın sokaklarında kaybolun.. Tepeye ulaştığınızda “Notre Dame de l’Esperance Kilisesini ve “Musee de la Castreyi göreceksiniz. Cannes’ın eski limanına bakan güzel bir manzara sizi bekliyor burada.

Fotoğraf molasından sonra tekrar aşağıya doğru indik dar sokaklardan. Rue Meynadieri takip ederek Cannes’ı gezdik. Bu caddede yürürken bir üst sokakta yer alan Marche Forvilleye de uğrayın mutlaka. Burası bir pazar, her türlü sebze ve meyveden balığa bir çok lokal ürünün satıldığı bölgenin en önemli pazarlarından biriymiş. Ayrıca pazardaki demet demet çiçekler de içinizi neşeyle dolduracak :)

Foto Galeri 1

Cannes’dan ayrılmadan önce yol üstünde karşımıza sevimli bir pastane/dondurmacı çıktı: Glacier Vilfeu. Buradan bir milkshake aldık, gözümüzün önünde gerçek dondurmadan yapılan milkshake’in tadı çok lezizdi. Aynı cafe de bir de bu sevimli angry bird şekerlemelerinden satılıyor.

Saat öğlene yaklaşırken, Cannes’daki gezimizi noktalayıp, rotamızı Mougins’e doğru çevirdik.

Mougins

Cannes’dan yaklaşık 8 km mesafede yer alan Mougins gerçekten de görülmesi gereken bir Ortaçağ kasabası.

Picasso’nun 1961 yılında yerleştiği bu kasabada hayata gözlerini yummuş ve son 12 yılını burada geçirmiş.

Birbirinin içine geçen sokaklarla, dairesel bir plana sahip bu kasabanın sokaklarında dolaşmak oldukça keyifli. St Paul de Vence gibi sanat galerilerine ve müzelere ev sahipliği yapan bu kasabada güzel fotoğraf kareleri yakalayacağınıza eminim, şimdilik benim karelerim ile idare edin :)

Foto Galeri 2

Her yıl Eylül ayında Mougins’de Uluslararası Gastronomi Festivali düzenleniyormuş. yemek meraklılarına duyurulur.

Cannes’a yakınlığı sebebiyle film festivali boyunca ünlü isimleri ağırlayan bu küçük, şirin ve aynı zamanda elit bir tarza sahip kasabanın sokaklarını mutlaka keşfedin..

Grasse

Lavanta, mimoza, yasemin ve gül bahçeleri ile çevrili Grasse dünya parfüm endüstrisinin merkezi olarak ünlenmiş.

Su kaynaklarının fazlasıyla bulunduğu Grasse’ye orta çağda dericilik yapanlar yerleşmiş. 1500’lü yıllarda kokulu deri eldiven modasının başlamasıyla ve tabakanelerden gelen kokunun bastırılması ihtiyacıyla Grasse parfümeri endüstrisinin bir merkezi olmuş. Günümüzde de halen bu özelliğini koruyor.

Mougins-Grasse arası yaklaşık 12,5 km. Yolda giderken Grasse’ye henüz gelmeden meşhur parfüm firmalarından biri olan “Fragonard“ın tabelasını görünce hemen durduk. Daha sonra anladık ki burası Grasse merkezine gelmeden önce “Fragonard Les Fleurs” ismiyle anılan tesis ve Grasse merkezine 3 km mesafede.

Arabayı parkedip içeriye girdiğimizde İngilizce bilmeyen bir görevliyle karşılaştık, neyseki anlaştık, rehber istemediğimizi söyleyip içeriye girdik. Burası aynı zamanda geçmişi 19. yy’a dayanan bir üretim tesisi, günlerden cumartesi olunca çalışan kimse yoktu ama labratuvarlarda şişe şişe parfümleri, tüpleri, yeni kokuların karıştırıldığı deneme masalarını görmek mümkündü.

Duvarda asılı, nereden hangi kokunun bitkisinin geldiğini gösteren bir tablo vardı. Türkiye’den giden koku ise gülmüş.

Tesisin içinde eski zamandan kalan damıtma makineleri de sergileniyordu. Parfüm yapım tekniklerinden biri olan emilim yönteminin uygulandığı yaseminleri de bu fabrikada gördük.

Fabrika duvarında, eski zaman parfümcüleri resmeden seramik tablo çok şirindi :)

Hızlı bir turdan sonra bir alt katta yer alan fabrika satış mağazasını gezdik. Mağazada parfümlerden, sabunlara, kremlerden diğer kozmatik ürünlere kadar geniş bir ürün yelpazesi sunuluyor. Mağazadan fazlasıyla keyif aldığımı belirtmem gerek. Güzel kokularının yanı sıra oldukça güzel ambalajlara sahip ürünler var. Hediyelik olarak özellikle bayanlar için güzel alternatifler sunuyor. Ben de elim boş çıkamadım tabii ki…

Bu parfüm gezisinden sonra Grasse’nin şehir merkezine doğru devam ettik. Turist info’nun olduğu noktada hem otobüs durağı hem de katlı otopark bulunuyor. Arabayı parkettikten sonra haritamızı alıp Grasse sokaklarında dolaşmaya başladık. Kısa bir turdan sonra Grasse merkezinde çok fazla vakit harcamamaya karar verdik ne de olsa saat ilerliyordu ve daha görülecek yerler vardı.

Eğer vaktiniz varsa, “Musee International de la Parfumerie“yi gezmek güzel fikir olabilir. Ayrıca Grasse merkezinde de Fragonard’ın bir mağazası bulunuyor. Fragonard dışında Molinard ve Galimard da bölgenin bilinen ve yol boyunca göreceğiniz diğer meşhur markaları.

Port Grimaud

Grasse’den sonra rotamızı sahil kısmına çevirdik, ilk durağımız “Port Grimaud“du. Grasse – Port Grimaud arası yaklaşık 90 km.

Provence bölgesinin Venedik’i olarak bilinen Port Grimaud bu ismi fazlasıyla hakediyor. 1960’lı yıllara kadar giden bir geçmişe sahip, takdiri hakeden çok güzel bir proje olduğunu düşünüyorum. Mimar François Spoerry tarafından tasarlanan bu kasaba, Giscle nehrinin oluşturduğu bataklık üzerinde kurulmuş.

cda2_9Bazı kısımlarına giriş sadece ev sahiplerine açıkken, meydanın ve çarşının olduğu kısım halka açık.

Araç trafiğinin neredeyse hiç olmadığı Port Grimaud’un kapılarından birisinin karşısında yer alan geniş açık otoparka arabamızı bıraktıktan sonra yaya olarak girdik. Sezon daha açılmadığı için otopark ücretsizdi.

Çarşı kısmında yer alan mağazalar ve restoranların bir çoğu kapalıydı. Kanallar üzerinde yer alan köprülerden geçtik ve Port Grimaud’u keşfettik. Rengarenk binaların yer aldığı kanallarda evinin önüne teknelerini çekmiş insanlar vardı.

Port Grimaud’daki turumuzdan sonra rotamızı St-Tropez’ye çevirdik.

St-Tropez

Port Grimaud-St-Tropez arası yaklaşık 8 km. Arabayı parkettikten sonra sahilde bir tur atıp, keyif yapmak için kırmızı ahşap sandalyeleri ve dekoruyla bizi çağıran “Senequier“e oturduk.

Küçük bir balıkçı kasabasıyken, Cote d’Azur sahilinin önemli bir tatil merkezi olan St. Tropez’in ünlenmesinde, 1956 yılında burada çekilen, dönemin seksi yıldızı Brigitte Bardot‘un başrolde oynadığı “Ve Tanrı Kadını Yarattı” filminin rolü büyük..

Eski limanda birbirinden lüks yatlar demirlemiş durumda, gelip geçeni seyretmek ve limana karşı keyif yapmak için Senequier oldukça ideal bir seçim olmuş, bir de ilk sıradaki masalardan birine oturunca daha da keyifli oldu herşey.

Foto Galeri 3

Kahvelerimizi yudumlarken, bir yandan da Türk garsonumuzun tavsiyesi ile masaya sipariş vermek yerine içerideki pastane kısmından aldığımız “tarte tropezienne” den birer ısırık aldık. Menüde 14 € olan bu tartı pastane kısmından yarı fiyatına alıp masanızda yiyebilirsiniz. Türk’ün Türk’e kıyağı oldu yani anlayacağınız, garsonumuz da iyi bir bahşişi haketti bize verdiği bu tiyo ile :) Senequier’de cappuccino ise 9 €.

Tart tropezienne, St-Tropez ile özdeşleşmiş bir tatlı çörek.

1950’lerde Polonyalı bir fırıncının St Tropez’de bir fırın açması ve St Tropez’i meşhur eden “Ve Tanrı Kadını Yarattı” film setinin yemeklerini hazırlamakla görevlendirilmesine dayanan bir öyküsü var.

Brigitte Bardot bu tartı çok beğenmiş ve onun önerisiyle ismi “tart tropezienne” olmuş. Alman pastasına da benzeyen beyaz bir hamur arasında yine beyaz bir krema ve üzeri pudra şekerli bu tartı biz çok sevdik, siz de mutlaka deneyin.

Eski limandan sonra St-Tropez’in diğer önemli noktası “Places des Lices” meydanı. Çınar ağaçlarının yer aldığı geniş meydana bakan cafeler ve restoranlar var.

Meydanların vazgeçilmezi pazarlar burada Salı ve Cumartesi günleri sabahtan pazar kuruluyormuş. Saat itibariyle biz pazara denk gelmedik ama belki size kısmet olur.

Bu meydanda bir de çok önemli bir cafe var: “La Tarte Tropezienne” Burası orijinal tarife sahip cafe. Elimiz boş çıkmadık tabii ki de bir tane tart tropezienne (7 €) bir de çikolatalı tartı (6 €) paket yaptırdık, sonrasında biraz daha St-Tropez sokaklarında gezip saat 18:30 civarında iki gece konaklayacağımız Nice’e doğru yol almaya başladık.

Nice

St-Tropez-Nice arası yaklaşık 100 km, Frejus’a kadar sahilden sonrasında da otoyoldan devam ederek, yaklaşık 1,5 saat sonra Nice’e vardık.

Nice’de iki gece konakladığımız otel, “Grand Hotel le Florence” fiyat/kalite endeksinin oldukça yüksek olduğu bir oteldi. İki gece için kahvaltı hariç toplam 128 € ödedik.   Otelimiz, Nice’in trafiğe kapalı önemli caddelerinden biri olan Av. Jean Medecin‘e iki adım mesafedeydi ve otelin hemen yanında Park Etoile kapalı otoparkı vardı.

Şehir genelindeki park yeri sorunu kapalı yeraltı otoparklarıyla oldukça iyi çözülmüş durumda. Genellikle otoparklar ilk yarım saat için ücretsiz, ayrıca oldukça bakımlı ve temiz.

Arabayı parkedip otele yerleştikten sonra akşam yemeği için “Cours Saleya“ya gittik. Cours Saleya Nice’in önemli turistik noktalarından biri, gündüzleri çiçek pazarı kurulan hem meydan hem de yaya caddesi olarak tanımlayabileceğimiz bu alanı akşamları sıra sıra restoranlar ve cafelerin masa ve sandalyeleri dolduruyor.

Cumartesi akşamı olduğu için heryer çok kalabalık ve canlıydı. Bir kaç tur attıktan sonra yemek için “Le Marche” ye oturduk. Bu akşam menümüzde, “moules mariniere/soğanlı ve beyaz şarap soslu midye” (12 €) ve “risotto aux fruits de mer/deniz mahsüllü risotto” (16 €) vardı.

Foto Galeri 4

Yemeğin yanında iki kadeh de kırmızı şarap içtik (kadehi 7 €). Gerçekten de her iki yemek de çok lezzetliydi. Kapanışı esspresso (1,90 €) ile yaptık.

Garsonumuz da çok muhabbetli birisiydi. Bir süre Türkiye’de maden işi yapan bir firmada çalışmış,  bizim de Türk olduğumuzu öğrenince çok ilgilendi ve Fransızlardan beklenmeyecek bir samimiyet gösterdi bize, buradan kendisine teşekkürü bir borç bilirim :)

Yemekten sonra birşeyler içmek için Cours Saleya’daki Blast‘a oturduk. Bir mojito (9 €) ve bir caipirinha (9 €) ısmarladık.

Gece henüz bitmemişti, sırada Nice’in önemli bir club’ı olan High vardı. Benim enerjim giderek azalsa da sahilden High’a kadar yürüdük. High, meşhur Negresco Oteli’ne yakın, Promenade des Anglais Caddesi üzerinde yer alıyor.

Mekanın önünde şık kıyafetler içinde bekleşen gençler vardı. İçeriye girişte dress code/kıyafet kuralları varmış. Ayağımdaki spor ayakkabılar ile mekana girmeme izin verilmedi !! Her ne kadar dans edecek enerjim az olsa da, mekanın kapısından çevrilmeyi beklemiyordum. Biraz laf döksek de kapıdaki görevliye işe yaramadı malesef, mecburen sıradan çıktık ve otelimizin yolunu tuttuk.

Fransa-Cote d’Azur

3 gece 4 gün (2 yarım gün bir tam ederse 3 gece 3 gün) Fransız Riviera’si :)  

Eşimin bu seneki iş seyahatinin sonuna dahil olmam için aylar öncesinden yaptık planı. Her sene Mart’ta Cannes’da düzenlenen gayrimenkul Fuarı MIPIM’e bu sene de katılacaktı ne de olsa. Yazının Devamı…

Cote d’azur Sana Geliyorum :)

Uçağım sabah 11:45’teydi. Sabah trafiğini atlatıp rahatça havalimanına vardım. Uçağın doluluğu hiç fena olmamasına rağmen şansıma üç kişilik sırada tek başıma oturuyordum. Seyahatin güzel geçeceğinin bir göstergesi olabilir mi bu durum?

Yol boyunca evernote’a aktardığım Cote d’Azur ile ilgili blogları okudum, rehber kitaplarımı kurcaladım.

Fransa’nın Akdeniz’e kıyısını oluşturan bu bölge adını, şair Stéphen Liégeard’ın  1887’de La Côte d’Azur adıyla yayınlanan ve aynı zamanda bölgenin ilk gezi kitabı olma özelliğine sahip kitabından alıyormuş. Türkçe’ye “gökyüzü mavisi kıyılar” olarak çevirebileceğimiz bu isim o günden beri bölgeyi tanımlamak için kullanılıyor.

Yerel saat ile 13:45’de Nice Cote D’azur Havalimanı’na inmiştim. Pek yoğunluk olmadığı için pasaport kontrolünden hızlıca geçtim. Eşim daha önceden kiraladığı araba ile beni almaya gelmişti.

Nice havalimanından saat 14:00’yi biraz geçiyordu çıktığımızda. Cote d’Azur kıyılarına merhaba diyeceğim yarım gün için belirlediğim güzergahta St Paul de Vence ve Vence kasabaları vardı.

DAY1

Vence

Havalimanından çıktıktan sonra ilk olarak Vence’e gittik. Oldukça iyi korunmuş bir ortaçağ kasabası merkezine sahip Vence’de meydanında yer alan kapalı otoparka arabamızı bıraktık, hemen meydandaki  turist info’dan şehir haritamızı aldık ve tarihi 13. yüzyıla kadar giden sevimli ortaçağ sokaklarında dolaştık.

cda1_2

french ball game

Vence’den ayrılmadan önce meydanda toplanmış yaşlılardan oluşan bir grup Fransız metal toplarla bir oyun oynuyorlardı. Sonradan bu oyunun adının petanque olduğunu öğrendim, Fransızların popüler oyunlarından biriymiş.

Vence’i eski ortaçağ şehri kadar turistik kılan bir diğer nokta  Chapelle du Rosaire.

cda1_3

1943 yılında ünlü ressam Henri Matisse Vence’e taşınmış. Burada yaşadığı yıllarda, hastalığında onunla ilgilenen hemşiresi ve daha sonra Dominik rahibelerinden birisi olan Monique Bourgeois’in isteğiyle tasarladığı Rosaire Şapel’i Matisse şu şekilde tanımlamış: bu şapeli tüm çalışma hayatımın bir meyvesi ve tüm kusurlarına rağmen başyapıtım olarak görüyorum.

56-210232-matisse-chapel-1

Vence eski şehir merkezine yakın bir yerde konumlanmış olan Rosaire Şapeli’nin içini kapalı olması sebebiyle malesef gezemedik. Dışarıdan çektiğimiz birkaç resim ile yetinmek zorunda kaldık.

St-Paul de Vence

Vence’den sonraki durağımız; tüm rehber kitaplarda “St-Paul de Vence” olarak geçen ancak yoldaki tabelalarda sadece “St-Paul” olarak geçen kasabaydı.

Günümüzde bir çok sanat galerisine ev sahipliği yapan bu Ortaçağ kasabasının bu denli sanatla içiçe olması bir tesadüf değil aslında. Yüksek bir tepeye kurulmuş olan bu kasabanın talihi, Chagall ve Picasso’nun gelişiyle değişmeye başlamış. Sonrasında Yves Montand ve Roger Moore gibi ünlülerin de kasabaya gelmesiyle ünü artmış. Matisse, Chagall, Soutine, Modigliani, Leger ve Cocteau da St. Paul’de hayatlarının bir dönemini geçirmiş diğer sanatçılar.

cda1_5

Kasabanın girişinde yer alan otoparka arabamızı bıraktıktan sonra, turist info’ya uğrayıp haritamızı aldık ve sevimli kasabayı keşfe başladık. Çok sayıda sanat galerisinin yer aldığı kasabada, bazı galerilerde yer alan heykeller oldukça güzeldi

                      DSC_4211        IMG_6476

Dar sokakların buluştuğu kimi minik, kimi daha görkemli meydanlar, heykeller, çeşmeler gerçekten de çok keyif alıyor insan Ortaçağ sokaklarında gezerken..

IMG_6481

Evimiz için bir resim almadan dönmek olmazdı bu sanat kasabasından, biz de tam “Great Fountain” yani Büyük Çeşme’ye bakan bir mağazadan 14,5 €’ya küçük bir suluboya resim aldık, St-Paul siluetini resmeden.

IMG_6479

 

 

 

 

 

 

 

IMG_6480

 Bir atölyenin  önündeki kendinden kuşlu masaya hayran kaldım :) Daha iyi görün diye zoomladım..

cda1_9

 

 

 

 

 

 

Kasabanın dar sokaklarının tadını çıkardıktan sonra, kasabayı sınırlandıran dış yoldan yürüyerek ana girişe vardık, yol üzerinde yine heykeller ve güzel güzel manzaralar bize eşlik etti. St-Paul’deki en sevdiğim heykel,  kanatlanmış ama yere sabitlendiği için uçamamış olan insan heykeliydi..

Toscana’daki Ortaçağ kasabalarını anımsatan bir havası ve silüeti var St-Paul’ün. Tek fark Toscana’daki kasabaların etrafı daha sarı ve bozkır ile çevriliyken, buradakiler daha yeşil ve ormanlık..

St Paul’den bahsederken burada yer alan bir restorandan bahsetmeden geçmek olmaz, her ne kadar özel bir davete ev sahipliği yaptığı için burada yemek yiyemesek de.. Bu restoran “La Colombre d’Or“.

Aynı zamanda otel bölümü de olan bu restoranın özelliği, ünlü ressamların ve sanatçıların orijinal eserlerine ev sahipliği yapması. Miro, Picasso, Matisse ve Leger gibi ünlü sanatçılar hesabı eserleriyle ödüyorlarmış.. Hal böyle olunca, aynı zamanda bir müzeye dönüşmüş burası. Eğer bu restoranı görmek ve yemeklerin tadına bakmak isterseniz, önceden rezervasyon yapmak belki de en akıllıca çözüm olur.

La Colombre d’Or’da yer bulamayınca uzun bir yemek yerine hızlıca atıştırmaya karar verdik, şehrin hemen girişinde yer alan büfeden 2 tavuklu wrap ve bir su aldık. (Wrapler 5,50 € su 2,00 €) Manzaraya karşı hızlıca wraplerimizi yedik, saat beşe beş kala çıktık St Paul’den.

Antibes

Köy yollarından geze geze sahile ulaştık ve “Antibes“e vardık.

Antibes de arabayı sahildeki kapalı otoparka bıraktıktan sonra eski şehri dolaştık.  Sahilden “Picasso Müzesi“ne doğru yürüdük. 12. yüzyıldan kalma Chateau Grimaldi‘de yer alan Picasso müzesi saat geç olduğu için kapanmıştı. Şatonun bir kısmını atölye olarak kullanmasının karşılığında Picasso bazı eserlerini Fransız devletine bağışlamış ve böylece bu müze oluşmuş.

Sahilden şehrin iç kısmına doğru yürüdük ve saat 18:30 civarında “Rue de la Rebuplique“in meydana dönüştüğü kısımda yer alan cafelerden birinde oturduk: Le Cafe Snack Bar.

Bu cafede kadeh şaraplarımızı (2,20 €) yudumlarken biraz dinlendik. Meydanda yer alan carousel sebebiyle mi bilmiyorum ama meydandaki çocuk nüfusun biraz fazla olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Molanın ardından arabamızı aldık, sahil yolundan devam ederek “Cap Antibes“e doğru sahilde yer alan otelimize vardık.

Antibes’de eşimin Salı gününden beri konakladığı otel “Hotel Josse” Sahilde yer alıyor, yeni renovasyondan geçtiği için oldukça yeni ve bakımlıydı. Gecelik fiyat 130 €.

Cap Antibes diğer bir değişle “Antibes Burnu” lüks villalara ev sahipliği yapan  doğal bir cennet. Burnun batı yakası “Juan-les-Pins” olarak biliniyor ve lüks villaların yanısıra, lüks otelleri de barındırıyor. 2010 yılında 50. yıldönümünü kutlayan “Jazz a Juan” jazz festivali her yıl Temmuz ayında düzenleniyormuş ve çok önemli jazz sanatçılarını ağırlıyormuş.

Otelde biraz dinlendikten sonra, akşam yemeği için Cannes’a gittik. Sahilde biraz turladıktan sonra yemek için şansımızı deniz mahsüllerinden kullanmak istedik ve “Astoux et Brun“a oturduk. Oldukça kalabalık ve canlı görünen bir restorandı.

Menüyle biraz başbaşa kaldıktan sonra, “assortiments de fruits de mer / Seafood assortment / deniz mahsüllerinden seçmeler” başlığından “tek kişilik assortiment” ve bir de istiridye seçtik. Yemeğin yanında kızarmış patates ve bira söyledik.

İlk önce başlangıç olarak minik deniz kabuklularından geldi sirkeli bir sos ve sarımsaklı ve patatesli olduğunu tahmin ettiğim kremamsı bir sos ile. Bu minik deniz böceklerini yiyebilmek için bir de iğneye benzer bir aparat vardı. İlk defa denediğim bu deniz böcekleri için puanım 10 üzerinden 5.

Seçtiğimiz “tek kişilik assortment” masamıza geldiğinde biraz şaşırmış olduğumuzu söylemem gerek çünkü, buzlarla dolu bir tabakta servis edildi yemeğimiz. Buzlu bir tabakta servisin bu deniz mahsüllerinin pişmemiş olduğu anlamına geldiğini söylememe bilmiyorum gerek var mı ??

Bu tabakta yer alan deniz mahsülleri: 8 huitres/istiridye, 1 amande/türkçe adını bulamadığım bir deniz böceği, 1 clams/midye, 5 bulots/deniz salyongozu, 5 crevettes/karides, 2 langoustines/Norveç ıstakozundan oluşuyordu ve bu tabağın fiyatı 39 € idi. Tabaktaki en lezzettli ürün jumbo karidesti. Bu assortment tabağının notu 10 üzerinden 3, bu not da karideslerin hatırına:)

İkinci tabağımız ise yine buzlarla dolu bir tabakta servis edilen istiridyelerden oluşuyordu. Bu tabağın fiyatı da 21,80 €’ydu.

Eşim de bende daha önce istiridye yememiştik. İstiridyenin tadını ikimizde beğenmedik doğruyu söylemek gerekirse.. Yeni tadlara ve yerel lezzetlere oldukça açık olmamıza rağmen, deniz suyu tadını da hissettik istiridyenin yumuşak etinde.. İstiridye tabağının notu 10 üzerinden 2. Sakın kıt notlu sanmayın beni, prensip olarak 1 vermediğimi de belirteyim :)

Hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir yemek oldu malesef bizimkisi, istiridye sevmediğimiz sonucuna vardığımız. Tabii ki istiridyelerin çoğunu yemedik. Garsondan tabakları götürmesini istediğimizde yaşanan ilginç olaydan da bahsetmeden edemeyeceğim. Tabakları götüren garson sonrasında istiridyeleri paket yapıp masamıza getirdi :) Sanki çok doyduk da bitiremedik gibi, bir de paket olarak eve istiridye mi götürecektik ?!?! Şanımız yürüsün :)

76,40 € gelen hesabı ödeyip istiridyelerimiz ile restorandan ayrıldık, az ilerde sokakta yatan evsize istiridyeleri hediye ettik. Umarım beğenerek yemiştir :)

Yemekle ilgili kötü anılarımızı unutmak üzere, en canlı mekanlardan biri olan “Up Side Down” a oturduk. 4 peynirli pizza (12,90 €) ile ağzımızın tadı yerine geldi. Pizzanın yanında fıçı biralarımızı (4,00 €) yudumladık.

Kötü başlayan yemek macerasından sonra, akşamı keyifli bitirdik ve otelimize döndük.

Barcelona’da son gün..

Barcelona’daki son günümüzde, saat 14:30’a kadar şehirde vaktimiz vardı. Valizi toplayıp, otelden check-out yaptıktan sonra, ilk iş arabayı teslim ettik sonrasında hedefimiz Sagrada Familia’ydı. Saat 10-11 arası giriş için online bilet almıştık. Böylece hiç sıra beklemeden girdik içeriye.

esp5_1

Alışılmış kilise ve katedrallerin ötesinde oldukça ilginç bir tasarımı olan Sagrada Familia, “Gaudi yapmış gene yapacağını” dedirtiyor insana.

Gaudi’nin doğadan esinlenerek tasarladığı bu yapı, en büyük eseri aynı zamanda.

1883’te kilisenin inşaatı başladıktan bir sene sonra göreve gelen Gaudi, 1926’daki ölümüne kadar bu yapı üzerinde çalışmış.

Gaudi’nin ölümünden sonra onun hazırladığı taslak ve planlara göre inşa edilmeye devam edilen Sagrada Familia, finansal sebeplerle yıllardır inşaatı devam ediyor. Sadece bağışlarla devam eden inşaatın ne zaman tamamlanabileceği ise bir soru işareti halen.

İlk kez 2005’teki seyahatim sırasında gezdiğim Sagrada Familia’nın inşaatı geçen yıllar boyunca oldukça ilerlemiş bence.

Farklı girişleri ve farklı cepheleri olan kilisede çok fazla detay var, sadece içeride değil, dış cephedeki detayları anlamaya çalışmak da oldukça vaktinizi alacak.  İçerisi ise, klasik bir kiliseya ya da katedrale göre oldukça aydınlık ve ferah. Gaudi ışığı çok güzel bir şekilde içeriye almış, renkli camlardan ışığın yansıması da içeride farklı saatlerde farklı ışık oyunlarına ev sahipliği yapıyor.

Kiliseyi ayakta tutan sütunların esin kaynağı ormandaki ağaçlarmış içeride gezerken bunu hissetmemek mümkün değil, yukarıdan süzülen ışık da sanki ağaçların yaprakları arasından süzülen ışık gibi..

esp5_2

Sagrada Familia’nın kuleleri de bana çocukken sahilde ıslak kumu elimize alıp yavaş yavaş bırakarak yaptığımız kuleleri andırıyor.

Bu kulelerden birinde asansör var ve kulelere çıkılabiliyor. 2005’te kuleye çıkmıştım. Aslında çok yüksek olmamasına rağmen, etrafta başka yüksek yapı olmamasından belki de, bir ürperti geliyor insana. Kuleden iniş ise, deniz kabuklarını andıran sarmak merdivenlerden yapılıyor. Merdivenlerden döne döne hiç bitmeyecekmiş gibi iniş yolu, neyseki arada pencereler var, durup manzarayı seyredebileceğiniz.

esp5_3

Gaudi’yi anmışken, Gaudi’nin şehirdeki iki önemli eserinden daha bahsetmem gerek çünkü bence Barcelona demek bence Gaudi demek.. Şehirde görülmesi gereken bir çok yapı hep Gaudi’nin elinden çıkmış.

Bunlardan ilki “Casa Mila”. “La Pedrera(taş ocağı) olarak da bilinen bu bina, Gaudi’nin tasarladığı 8 katlı bir apartman.

esp5_4

1906 – 1912 yılları arasında inşa edilen bu sıradışı bina, 1984 yılında Unesco Dünya Mirası listesindeki yerini almış. İki iç avlunun yer aldığı sıradışı tasarıma sahip bina aynı zamanda şehrin ilk yeraltı otoparkına ev sahipliği yapıyor.

esp5_5

Binanın dördüncü katında yer alan “the La Pedrara Apartment” ilk inşa edildiği zamanki planı ve mobilyaları ile sizi Barcelona’nın o dönemki ev yaşantısına götürüyor.

Çatıdan ve çatıdaki bacalardan da bahsetmemek olmaz. Yine orijinal bir tasarım ve yine sıradışı..

Casa Mila’nın çatı katında bir de müze var Espai Gaudi. Gaudi’nin eserlerini anlamanızı ve ona hayran kalmanızı sağlayacak maketler, çizimler ve videolar bu kısımda sergileniyor.

2005’teki seyahatimde bu binayı gezdiğim için tekrar gezmedim. Tekrar gezmediğim ama yine bahsetmek istediğim ikinci bina ise Casa Batlio

esp5_6

Çarpıcı ön cephesi ve rengarek bacaları ile hemen dikkat çeken ve Barcelona’nın sembollerinden biri haline gelen bu bina, 2005 yılında Unesco Dünya Mirası listesine girmiş.

Eğimli yüzeyler, amorf formlar, köşesizlik Gaudi’nin vazgeçilmezlerinden bu binada da oldukça fazla kullanılmış.

Binanın en dikkat çekici noktalarından biri hiç şüphesiz, ön cepheye bakan çatı. Bir sürüngenin sırtını anımsatan bu çatının altında yer alan oda su deposu olarak kullanılıyormuş.

Casa Batlio’nun çatısındaki bacalar, diğer bacalar gibi masalsı, işlevsel ve mecburu bir öğenin masalsı bir nesneye dönüştürülmesi, binanın çatısının bile ziyaretçilerin akınına uğramasını sağlıyor. Binanın arkasında bir de teras var, arka cephe ise ön cepheye ile karşılaştırıldığında oldukça sıradan.

Barcelona seyahatinizde mutlaka ve mutlaka Gaudi’nin evlerinden en azından birini gezin.

Barcelona’da La Rambla’da son bir tur attıktan sonra, Port Vell olarak bilinen Barcelona’nın marinasına gittik.

1992 Olimpiyatları’nda kentsel yenileme alanlarından biri olan bu bölge günümüzde turistlerin sevdiği bölgelerden. Maremagrum alışveriş merkezi ve Avrupa’nın en büyük akvaryumlarından biri de burada yer alıyor.

Alışveriş merkezinde bir tur attıktan sonra, Maremagnum’da yer alan El Chipiron Monchos ta yemek yedik ve Barcelona seyahatimizin kapanış yemeğini paella ile yaptık, iki kişilik büyük bir tavada servis edilen paella çok lezzetliydi, hesap 36,70 eur.

Yemekten sonra valizlerimizi almaya otelimize döndük, bir taksiye atladık ve 17:35 uçağı ile yurda döndük.

Gelelim işin maliyet boyutuna; 4 günlük bu tatil bize toplam 1.350 €’ya maloldu, bu rakamın 950 €’su otel ve ulaşım (uçak, taksi, araba, motorsiklet vs.), 100 €’su biletli girişler (müzeler, gösteriler), 300 €’su ise diğer harcamalarımız (yemek, hediyelik eşyalar vs.)

Flemenko Akşamı

Barcelona’daki son akşamımızı Flamenko gösterisine ayırmıştık. Placa Reial’de Los Tarantos  flamenko gösterisinin 22:30 seansına bilet aldık kişibaşı 10 eur’ya.

Los Tarantos’ta günde üç gösteri var, 20:30, 21:30, 22:30. Yaklaşık yarım saat süren gösteriler, her hafta değişen bir programa sahip. Bizim şansımıza, Pedro Cordoba’nın gösterisi denk geldi, çok da beğendik.

Gitar, şarkıcı ve dansçılar üçlüsünden oluşan Flamenko izlemesi oldukça keyifli bir dans. Los Tarantos’taki gösteri her ne kadar turistik olsa da fiyat-kalite endeksi oldukça yüksek bir gösteri, herkese tavsiye ederim.

esp4_2

Gösteri salonunda yerler numarasız, erken giren öne oturuyor. Gösteri başlayana kadar da içerideki bardan birşeyler içebiliyorsunuz.

Gösteri sonrası geciken akşam yemeğini Barselona’da son gecemiz olması sebebiyle es geçmedik ve Placa Reial’deki “Ocana da yedik.

esp4_3

Orijinal dekoryonlu bu restoranda menümüzde taco pollo mexico, bravas ocana, rape a la crema, bira, su ve kahve vardı. Toplam hesap 33,40 eur ödedikten sonra saat 01:00 gibi otelimize döndük.

Figueres, Girona ve Costa Brava

Barcelona’ya bir gün ara verip, Fransa sınırına yakın iki kasabaya ayırmıştık günümüzü Figueres ve Girona.

Avis’ten tek günlük, Fiat 500 kiraladık günlük 49 €’ya. Avis’in ofisi şehrin ana tren istasyonu olan “Estacio del Nord”taydı. Arabamızı aldıktan sonra şehrin tek yön sokaklarında mecburen biraz dolandık, otoyola çıkmamız neredeyse yarım saatimizi aldı.  Girona Barcelona’ya yaklaşık 100 km, Figueres ise bir 45 km daha sonra.

Önce uzaktan başlayalım dedik ve Figueres’e gittik.

Salvador Dali’nin doğum yeri olan Figueres’in günümüzde bu kadar turist çeken bir yer olmasının sebebi tabii ki de Dali.

esp3_2Bir zamanlar şehrin eski tiyatro binası olan yapı 1974 yılından beri Dali Tiyatro Müzesi olarak hizmet veriyor ve dünyanın en büyük sürrealist yapısı.

Binanın üzerinde yer alan yumurta figürleri çok farklı ve enteresan.

Müzeye girişte yaklaşık bir saat sıcakta sıra beklemek zorunda kaldığımızı da söylemek zorundayım, sonradan öğrendik ki bu müze Madrid’te yer alan Prado müzesinden sonra İspanya’nın en çok ziyaret edilen müzesiymiş.

Giriş kişibaşı 12 €.  Bu müze aslında Dali’nin en büyük eseri olarak kabul edilebilir. Sürrealizm/gerçeküstücülük akımının temsilcisi olan Dali’nin eserleri oldukça ilginç ve gerçekten görülmeye değer.

Dali’nin doğduğu yere böyle bir müze kurmuş olması da takdir edilesi bence, çünkü şehrin kalkınmasının ve bu kadar turist çekmesinin tek nedeni Dali aslında.

Müzeye girdikten sonra ilk nokta avlu. Avluda sizi ilk karşıyacak eser “Rain Taxi” 1 eur ile çalışan bir düzenek taksinin içinde yağmur yağdırıyor.

esp3_3

Dali’ye ait tablolar, heykeller, üç boyutlu objeler ne ararsanız var müzede. Normal bir müze gezmekten biraz farklı bir deneyim, zira her köşede bir detay var farkedilmeyi ve sizi şaşırtmayı bekleyen :)

Avludan sonar girilen galeride duvarda oldukça orijinal bir tablo var. İlk bakışta sırtı dönük bir kadın görüyorsunuz uzaklara bakan. Fotoğraf makinesi ya da kamera objektifinden bakınca ise birden karşınıza Lincoln’ün portresi çıkıyor.

Bu eserin adı, “Gala Nude Looking at the Sea Which at 18 Metres Appears the President Lincoln”  yani  “Denize Bakan Çıplak Gala 18 m uzaktan bakınca ortaya çıkan Başkan Lincoln

Müzenin en ilginç kısımlarından biri ise, orijinal bir dekorasyona ve mobilyalara sahip bir oda.

Odada yer alan her parça ayrı ayrı dururken, birkaç basamakla çıkıp bir mercekten odaya baktığınızda bir kadın yüzü göreceksiniz, bu kadın eski ünlü Amerikan artisti Mae West’miş.

esp3_4

Müzede bir çok oda ve bir çok eser var, bu eserlerden bazıları da Dali dışında başka Catalan ressamlara ait.

Dali’den bahsederken eşi Gala’ya olan aşkından bahsetmek olmaz. Gala, Dali’nin ilham perisi ve modeliydi bu nedenle de çok resmetmiş eşini Dali.

Oldukça ilginç bir aşk hikayeleri de var. Aslen Rus olan Gala, 17 yaşındayken İşviçre’de bir sanatoryumda tanıştığı Fransız şair Paul Eluard ile evleniyor, Cecile isim kız çoçukları 1918 yılında doğuyor.

Sürrealizm akımının kurucuları arasında sayılan eşi ile birlikte bu akım ile tanışan Gala eşi ile birlikte, 1929 yılında sürrealist ressam Dali’yi İspanya’da ziyaret ediyor. Bu ziyaret sırasında Dali ve Gala arasında doğan aşk, Gala’nın eşi ve kızını geride bırakıp, Dali ile yaşamaya başlamasıyla sonuçlanıyor.

Dali, kendisinden 10 yaş büyük olan Gala ile Gala’nın 1982’deki ölümüne kadar birlikte oluyorlar. Gala Dali’nin sadece ilham perisi olmakla kalmıyor birlikte oldukları yıllar boyunca aynı zamanda menajeri oluyor ve Dali’nin bu kadar ünlü bir ressam haline gelmesinde büyük rol oynuyor.

1989 yılında 85 yaşındaydan hayata gözlerini yuman Dali’nin mezarı müzenin mahzeninde bulunuyor. Ölümünden önceki son yıllarında da burada yaşamış.

Foto Galeri 1

 

Dali Tiyatro Müzesi’ndeki gezimizi tamamladıktan sonra bir de Dali’nin mücevher tasarımlarının yer aldığı sergiyi vaktimiz kısıtlı olduğu için hızlıca gezdik. Dali’nin tasarladığı 39 mücevherden oluşan sergide, yine Dali’nin hayal gücünün ne kadar geniş olduğuna ve Gala’ya olan aşkının büyüklüğüne tanıklık ettik. İşte mücevherlerden birkaç örnek..

esp3_9

Dali ve Figueres’e veda ederken rotamızı Girona’ya doğru çevirdik.

Küçük ve şirin bir şehir olan Girona, Riu Onyar nehri kıyısına dizilmiş bitişik renkli evleri ile Floransa’ya benziyor. 1-2 saat ayırmanın yeteceği bu şehir yürüyerek çok kolaylıkla dolaşılabilir. Nehrin üzerindeki köprülerden geçerek, her iki kıyı da dolaşılabilir.

esp3_10

Havanın oldukça sıcak olması, bu küçük şehri bir dondurma molasıyla hatırlamamızı sağlayacak :)

Sıcağa daha fazla dayanamayınca, kendimizi sahile atmaya karar verdik ve Costa Brava olarak bilinen sahil şeridine indik. Blanes’ten Fransa sınırına kadar uzanan kıyı şeridi bu isimle anılıyor. Bu sahildeki yerleşimlerden biri olan Lloret de Marda deniz-güneş-kum üçlüsüne kavuştuk. Klasik bir sahil kasabası görünümündeki Lloret de Mar bana Kuşadası’nı anımsattı. Sahile parkedip günün yorgunluğunu attık. Sahil Barcelona’daki plajlarla karşılaştırıldığında oldukça sakindi.

Barselona’ya dönüş için otoyol yerine sahil yolunu kullanmaya karar verdik, Blanes yönünü takip edip, küçük sahil kasabalarından geçerek Barselona’ya ulaştık. Sahil yolu otoyola göre daha uzun sürüyor tabii ki ama alternatif olarak keyifli bir yol.

Günübirlik gezimiz yaklaşık 320 km ile son buldu.

Scooter ile Barcelona

Barcelona’daki ikinci günümüzde motorsiklet kiralamaya karar vermiştik. Hem hava çok güzeldi, hem de şehri yer altından metroyla gezmek yerine motorsiklet ile keşfetmek daha kolay ve eğlenceli olacaktı.

esp2_2Scooter kiralayacağımız dükkana gitmek için otelimizin hemen karşısındaki Paralel durağından metroye bindik ve Passeig de Garcia durağında indik. Barcelona’nın metro ağı da oldukça geniş ve pratik. Metro biletleri tek yön 2,0 €

Scooter’ı “Barcelona Moto Rent” firmasından kiraladık, günlük 45 €’ya. İnternette fiyatlar daha makul görünüyordu fakat kask, bagaj, kilit vs. fiyata eklenince toplam maliyet daha yüksek oldu, yine de Barcelona’da pazar günü açık olan bir motor kiralama firması bulmak çok iyi olmuştu.

Scooter’ımıza yerleştikten sonra bir süre tek yön caddelerle mücadele ettik, trafik sistemine alışmaya çalıştık. Bu noktada devreye Pocket Guide girdi. Kesinlikle her seyahat öncesi ilgili şehirlerin rehberlerini telefonunuza indirmenizi tavsiye edeceğim offline çalışan bir uygulama. GPS’ten konumuzunu alıyor böylece, haritada rotanızı çiziyor, gideceğiniz yere kaybolmadan ulaşabiliyorsunuz. Ayrıca şehirlerdeki önemli turistik noktalar ile ilgili bir çok faydalı bilgi içeriyor.

Scooter’ımızla ilk olarak “Sagrada Familia”ya gittik. Saat henüz erken olmasına rağmen Sagrada Familia’ya giriş için bilet kuyruğu çok uzundu. Burada beklemek yerine biletleri sonraki günler için online olarak alıp Sagrada Familia’yı bir başka güne bırakmaya karar verdik. Size de tavsiyem bu yönde vaktinizi uzun bilet kuyruklarında harcamamak için online bilet alın.

Sagrada Familia sonrasında sıra yine bir Gaudi eseri olan “Park Güell”deydi. Burayı ilk kez 2005 yılındaki Barcelona seyahatimde gezmiştim ve çok beğenmiştim. Parkın girişinde yer alan iki bina tamamen şekerden yapılmış sanki, fazlasıyla masalsı bir park Park Güell  :)

esp2_3

Park Güell bir gün önce evini gezdiğimiz zengin sanayici Eusebio Güell’in Gaudi’ye yaptırdığı bir başka proje. Aslıda projenin ilk çıkışı, 1900 yılına dayanıyor.

Eusebio Güell,  İngilizler’in “garden city – bahçe şehir” hareketinden etkilenerek Gaudi’den özel bir site yapmasını istiyor. Böylece bugünkü Park Güell’de 60 müstakil evden oluşacak lüks bir site planlanıyor. Ancak bu evlerden sadece ikisi inşaa ediliyor. Birisi örnek ev olarak tamamlanıyor, ancak hiç alıcı çıkmayınca Gaudi bu evi kendisine alıyor ve babası ile bu evde 20 yıl boyunca yaşıyor. Şu anda bu ev müze olarak hizmet veriyor.

Finansal açıdan başarısız olması, projenin iptal edilmesi ile sonuçlanıyor. Ancak finansal açıdan her ne kadar başarısız olursa olsun bence dünyadaki en iyi tasarlanmış park burası.

Girişteki iki küçük masal evinden sonra merdivenlerde parkın sembolü haline gelen iguanalı havuz yer alıyor. Merdivenlerden sonra sütunlu salon karşılıyor insanı bu salonun üzerinde ise oldukça geniş bir meydan yer alıyor. Meydanın çevresi yılan  gibi s’ler çizen banklarla sınırlanmış.

Mozaik taşlarla kaplı beton bir bank bu kadar rahat olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan sırtını eğimli yüzeye dayadığında..

Bu parka gelmişken Gaudi’nin evini gezmeden dönmek olmaz diye düşündük. Zengin işverenlerine tasarladığı binaların ve evlerin aksine sadeydi Gaudi’nin kendi evi, giriş 5,5 €.

Parkta biraz daha dolaştıktan sonra parkın kapısında yer alan ve şu an hediyelik eşya mağazası olarak faaliyet gösteren masalsı evleri gezdik. Üst kat, merdivenlerin ve parkın girişinin fotoğrafını çekmek için ideal benden söylemesi..

Park Güell sonrasında “Montjuic” tepesine doğru çevirdik rotamızı. Adı üstünde bir tepede yer alan Montjuic, 1929 Uluslararası Sergisi’ne ev sahipliği yapmış ve 1992 yılı Olimpiyatları ile önem kazanmış. Tepelik olduğu için yürüyerek dolaşmak pek mümkün değil, scotter ile ise çok kolay :)

Bence bölgenin en görkemli kısmı Plaça d’Espanya yani “İspanya Meydanı” ve arkada görünen Font Magica (sihirli havuz) ve Palau Nacional(Ulusal Saray)

Plaça d’Espanya’dan, Montjuic’e doğru bakıldığında iki çan kulesi görünüyor. Bu kuleler Venedik’teki San Marco Meydanı’nda yer alan Campanile örnek alınmış.

ünümüzde Museu Nacional d’Art de Catalunya yani “Katalonya Ulusal Sanat Müzesi” olarak hizmet veren “Palau Nacional” (Ulusal Saray) ise oldukça görkemli bir yapı. Biz müzeyi gezmedik ancak, meraklılar için belirtmekte fayda var: şehrin en önemli sanat kolleksiyonu buradaymış.

esp2_4

Font Magica, ışık ve su gösterilerine sahne oluyor…

Ulusal Saray’ın girişinde yer alan cafede oturup biraz soluklandıktan sonra olimpiyatlara ev sahipliği yapan stadyumun yanından geçerek, Castell de Montjuic” (Montjuic Kalesi)’ne gittik. Güzel bir manzaraya sahip kaleden birkaç fotoğraf çektikten sonra günün sıcaklığını atmak üzere plaja gitmeye karar verdik.

Barcelona sahillerine geçmeden önce Montjuic’te yer alan ve bahsetmek istediğim bir iki yer daha var:

esp2_5

Bunlardan ilki Poble Espanyol (İspanyol Köyü) İspanya’daki yerel mimari tarzlar ve el sanatlarının tanıtıldığı küçük bir açık hava mimarlık müzesi niteliğinde. 2005’teki Barcelona seyahatimde burayı görmüştüm, sevimli bir yerdi ancak tekrar görmeye gerek duymadım.

Bir diğer nokta ise Fundacio Joan Miro Montjuic’te yer alan ve yine 2005’teki Barcelona seyahatimde görüp beğendiğim yerlerden biriydi. Miro’nun eserlerinin yanısıra başka sanatçıların eserlerinin de yer aldığı bu müzedeki en etkiyeci ve aklımda kalan eser ise Miro’nun bir duvar halısıydı. 7,5 m x 5 m boyutlarındaki bu devasa halı karşısında şaşkınlığımı gizleyememiştim.

Sahile inmeden önce hızlı bir yemek için ilk kez Amsterdam’da gördüğümüz ve La Rambla da bir şubesi olan Wok to Walk’a uğradık, hızlı bir noodle ziyafeti sonrasında saat 16:00’ya doğru plajdaydık.

Bu sefer altımızda scooter’ımız olunca bir kaç farklı yerden denize girdik ve Port Olimpice kadar gittik.

Port Olimpic 1992 yılı Olimpiyatları sırasında eski limanın yenilenmesiyle tekrar şehre katılan önemli bir alan. Burada her yerden görünen iki yüksek gökdelen var. Birisi “Arts Oteli diğeri ise “Mapfre’nin ofis binası.

Bu bölgede gökdelenler kadar ve belki de daha fazla dikkat çeken bir de “balık heykeli var. Her yerden görünen ve güneşte parlayan 56 m uzunluğunda ve 35 m yüksekliğindeki bu çelik heykel,  ünlü mimar Frank Gehry’e ait. Rengi ve malzemesi sebebiyle güneşin yansımasıyla pırıl pırıl parlıyor bazen :)

esp2_6

Marina etrafında restoranlar, barlar ve mağazalar var. Bu sefer yemedik ancak Port Olimpic’te yemek yemek isteyenler için 2005’teki seyahatimde deniz mahsüllerine doyduğum La Barça del Salamanca”yı tavsiye edeceğim :)

Plaj sefasından sonra akşam yemeği için hazırlanmak üzere otelimize döndük.

Barri Gotik’te sokaklarda gezindikten sonra yemek için Orio’yu gözümüze kestirdik. Restoranın girişinde “Pintxos Bar”da tabaklarda atıştırmalık sayısız ürün vardı. Beğendiklerimizden kendimize bir tabak ayarladık, bu tek lokmalık tapas’ların tanesi 2-3 € civarındaydı, başlangıçlardan ızgara karides, ana yemek olarak bir antrikot söyledik, bir de bira içtik. Bu yemeğin maliyeti ise 55,50 € oldu.

esp2_7

Yemekten sonra şehirdeki gece turumuzu tamamladık ve otelimize döndük.

Barcelona’da ilk gün..

Barselona’daki ilk günümüze oteldeki açık büfe kahvaltıyla başladık ve sonrasında kendimizi sokaklara attık. İlk önce sahil tarafına doğru yürüdük, Maritim ve Drassanes Müzesi yani denizcilik müzesinin çevresinden dolaşarak La Rambla’nın sonunda yer alan “Colomb Anıtı”nı gördük.

esp1_2

Cenovalı denizci ve kaşif olan Cristof Colomb, 1452 yılında Atlantik Okyonusu’nu aşarak Kuzey Amerika’ya ulaşmıştır ve Amerika’nın kaşifi olarak değerlendirilir. 1888’de açılan 60 metre yükseklikteki Colomb Anıtı, 1493’te Christof Colomb’un Amerika dönüşünde ilk ayak bastığı yere dikilmiş. Anıtın üzerinde Colomb’un bir heykeli var, sağ eliyle uzakları, Yeni Dünya’yı gösteriyor.

Colomb Anıtı’nı arkamıza alıp La Rambla Caddesi’ne doğru yürüdük. 1,2 km uzunluğundaki bu cadde o kadar keyifli ki, caddenin ortasındaki ağaçlarla çevrili yaya yolu büfeler, çiçekciler, cafeler ve hediyelik eşya tezgahları ile dolu. Tabii ki bir de canlı heykeller var caddeyi daha da eğlenceli hala getiren.

La Rambla’da biraz yürüdükten sonra Gaudi’nin şehre yıllar önce kattığı güzelliklerden biri olan “Palau Güell”i gezdik. Giriş ücreti kişibaşı 12 €.  Palau Güell yani Güell Sarayı mimar Antoni Gaudi tarafından sanayici iş adamı Eusebi Güell için tasarlanmış ve inşaatı 1889’da tamamlanmış. Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan bu muhteşem evin renovasyonu 2011 yılında tamamlanmış. Gaudi’nin yaptığı tüm eserler beni çok etkiliyor, bir mimardan öte çok harika bir tasarımcı. Bu ev için de bir çok mobilya ve aksesuar tasarlamış.

esp1_3

Gaudi’ye özgü bacalar, asimetrik formlar ve eğimli yüzeyler tabii ki burada da var. Anlatması zor yapılar tasarlamış Gaudi, ama mutlaka gezilmesi ve görülmesi gereken yerler, insanı şaşırtan detaylar var, gezerken yarattığı his, insanın yüzünde gülümsemeye neden olan cinsten :)

Mekanı anlatan audio guide’lardan almanızı tavsiye ederim, binayı daha iyi anlayacaksınız ve bazı şeyleri farketmenizi sağlayacak.

Palau Güell’de ayrıca her yarım saatte bir evin içerisindeki şapelde yer alan orgtan yükselen sesi duyacaksınız.

Gaudi’nin eserlerini gezdikten sonra bizim evi de Gaudi tasarlasın diye düşüneceksiniz ve eve dönünce banyo ve mutfak seramiklerinizi kırıp gelişi güzel tekrar dizmek isteyeceksiniz.. En azından ben böyle hissettim :)

Palau Güell’den sonra La Rambla’daki yürüyüşümüze devam ettik. Caddedeki diğer önemli noktalardan biri “Gran Teatre del Liceu(Opera Binası), diğeri ise Plaça dela Boqueria (Boqueria Meydanı). Bu meydan, çok sevdiğim sanatçılardan biri olan Joan Miro’nun mozaik kaldırım desenine ev sahipliği yapıyor 1976’dan bugüne.

La Rambla’da yürürken mutlaka farkedeceğiniz ejderha şeklinde bir aydınlatma ve şemsiye figürü var, eski bir şemsiye dükkanı için tasarlanmış bu figür, Art Deco tarzını yansıtıyormuş rehber kitabımızın söylediğine göre.

Gelelim Plaça Reiale.. Türkiye’de çok görmeye alışkın olmadığımız ve niye bizde yok dediğim meydanlardan.. Sanki bir sokağa giriyormuşcasına yürüdükten sonra büyük bir meydanda bulmak kendimi sevdiğim hislerden..

Plaça Reial’i ilk gördüğüm zamanda bende tam olarak bu hissi yaratmıştı, 1850’lerde yapılan bu meydan. Türkçe’ye çevirirsek, Kraliyet Meydanı anlamına gelen bu meydan, Barcelona’nın en önemli turistik çekim noktalarından. Meydanı çevreleyen sıra sıra restoran ve cafeler soluklanmak için ideal. Bir de orijinal sokak lambaları var meydanda, Gaudi tarafından tasarlanmış.

Plaça Reial’den sonra sıra en sevdiğim yerlerden biri olan Mercat de Sant Josep de la Boqueria kısa adıyla La Boqueriadaydı yani sabit pazar. Geçmişi taaa 1217’ye kadar uzanan bu pazarda her türlü ürünü bulmak mümkün. Kasap, şarküteri, balık, meyve, sebze, peynir aklınıza gelebilecek herşey oldukça düzenli bir şekilde sıralanmış durumda.

esp1_4

Pazarın La Rambla tarafından girişinde plastik bardaklara doldurulmuş rengarek taze sıkılmış meyva suları karşılayacak sizi. Çok renkli ve iştah açıcı bir manzara, hemen 1 € verip bir bardak kapın, ister tropikal meyvelerin suyunu için isterseniz klasik portakal nar… Zaten birkaç farklı meyve suyunun tadına bakmadan olmaz, siz de bizim gibi Barcelona’da geçen günlerinizde günde en az bir kere buraya uğrarsınız nasılsa :)

Dilerseniz meyve suyu yerine meyvenin kendisini de yiyebilirsiniz.

La Boqueria’nın içinde aynı zamanda atıştırmalık restoranlar da var, pazardaki gezi iştahımızı açınca çareyi bu restoranlardan birine oturmakta bulduk. Ortaya ızgara deniz mahsülleri tabağı  (parillada dee marisco) söyledik (25 €), bira  (2.25 €) ve su (1.90 €)

Kasap ve balık reyonlarında alışılmışın dışında hep bayan tezgahtarlar var..

esp1_5

Bu lezzetli yemek sonrası yine La Rambla’ya çıktık ve caddenin sonundaki Plaça de Catalunya yani Catalunya Meydanı’na kadar yürüdük. Sonrasında tekrar La Rambla’dan yürüdük.

La Rambla’daki dondurma büfesinde şirinler dondurması ile karşılaştık tadına bakmadım ama çocukların çok sevdiğine eminim :)

Sabahtan beri yeterince gezdiğimizi düşünerek deniz-güneş-kum üçlüsünü hakettiğimize karar verdik ve kendimizi Barcelona’nın sahil kesimine Barcelonetaya attık. Otelden taksiyle bizi en yakın plaja götürmesini istedik ve taksici bizi ilk plaj olan San Sebastian’da bıraktı. Biraz yürüdük ve üçüncü plaj olan Barceloneta’da havlumuzu serecek bir yer bulup denizin keyfini çıkardık.

esp1_6

Bir kaç saat plajda takıldıktan sonra, sahilde yer alan büfelerden biri olan Princesa 23e oturduk biraz atıştırmak için. Patatos wedge (4,5 €), nachos (9,5 €), bira (5 € ) ve su (2 €) ile sahilde keyif yaptık.

Sahilden yürüyerek otele dönmeye karar verdik. Yol boyunca sahildeki art work’ler bize eşlik etti.

Bir Amerikalı pop art sanatçısı Roy Lichtenstein’a ait bir kadın yüzü, heykelin orijinal ismi El Cap de Barcelona.

Diğer heykel ise Javier Mariscal tarafından tasarlanmış bir yengeç heykeli (The Gamba de Mariscal)

esp1_7

Yaklaşık 40 dakikalık bir yürüyüş sonrası akşam için hazırlanmak üzere otelimize vardık.

Akşam yemeği öncesinde şehri biraz daha dolaştık. Barcelona’nın en eski merkezi olan “Barri Gotik” yani Gotik Semt’in sokaklarında kaybolduk. Hükümet binası ve belediye sarayının yer aldığı Plaça de Sant Jaume’da bu binalardan çok tel’den yapılmış bir heykel ilginç geldi bize.

Bu meydandan sonra Barselona Katedrali’ne doğru yürüdük. 13. ve 15. yüzyıllar arasında inşa edilen katedral görkemli bir Gotik cepheye sahip. Katedralin ön cephesindeki meydan turistlerle doluydu. Bir süredir, hepsinin içi aynı gelmeye başladığı için katedrallerin içini gezmiyoruz, Barcelona Katedrali’ni de dışarıdan görmek yetti bize.

esp1_8

Akşam yemeği için bir arkadaşımın tavsiye ettiği küçük ve sevmli bir restorana oturduk La Contonada. Ortaya atıştırmalık bir kalamar (4 €) almejas ala marinera- sulu midye (7,5 €), bira ve antrikot söyledik. Fiyat olarak makul bir restorandı ve özellikle midye tabağı lezizdi.

Akşam yemeğinden sonra bir süre Plaça Reial’de oturduk ve birşeyler içtik, meydanın gece de keyfini sürdükten sonra otelimize döndük.

 

İspanya

Son dakika ayarlanan bir seyahatti bizim için İspanya, bu kadar programsız bir seyahat uzun zamandır yapmamıştık. Haziran ayının son günlerinde, THY’den ucuz bilet bulunca bir anda vizemiz bile yokken 12- 16 Temmuz için aldık biletleri, iki kişi toplam 450 €’ya. İki gün de izin alınca, 4 günlük bir seyahat oldu bize. Yazının Devamı…

Yandex.Metrica